Hz. Ali (ra) sevgisi, Risâle-i Nur’da zirveye ulaşır

Toplum olarak bir empati sorunuyla iç içe yaşadığımızı inkâr edemeyiz. Kendimizi fert ve cemaat bazında, “ötekinin” yerine koyamayışımız, hayatımızı sağırlar diyaloğuna çevirmiş.

Bizim söylediklerimiz her zaman güzel ve doğru olurken, “öteki”nin söyledikleri bâtıl ve yanlış olmuş. Kendi kusurlarımız fazilete dönüşürken, muhatabımızın fazileti kusur olarak algılanır olmuş.

Hâlbuki Kur’ân, toptancılığı reddeder. Doğru ile yanlışı ayırt eden analizci yaklaşımı ön plana çıkarır. Toplumun veya ferdin her hâli hatasız olmadığı gibi bütün halleri de hatalı değildir. “Birisinin hatası ile başkası mes’ul olmaz” (En’am, 164) âyet-i kerimesinde ifade olunan prensip şahsî, cemaatî ve millî ölçeklerde davranışların belirlenmesi için âdil bir Kur’ân düsturudur.1 Bir şahsın veya toplumun sahip olduğu özelliklerden birisinin kötü olması, sadece o sıfata düşmanlık beslenmesini gerektirir. Yoksa insanın bir kötü sıfatı yüzünden ona tamamen düşman olmak Kur’ân’ın adalet anlayışına uymaz.

Bu ölçek düşünce bazında da ele alınabilir. Herhangi bir düşünce sisteminde görülen bir kaç hata, o düşünce sisteminin tamamının yanlış olduğunu ortaya çıkarmaz. “Meslekler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.” 2 Böyle durumlarda sonucu belirleyen unsurlara bakılır. Sonucu hak ve hakikat belirliyorsa o meslek hak, menfî yönü müsbet yönüne galip geliyorsa o meslek batıl demektir. Burada esas olan müsbet-menfi dengesinin ne şekilde bozulduğu meselesidir.

İslâm’ın değişik açılardan yorumlanış biçimlerine bu açıdan bakmak gerekir. Tarihî bir olgu ve sosyolojik bir realite olan Alevilik de, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu yapılırken “empatik toplum”un fonksiyonelliği canlı tutulmalı. Yani toplumsal kesimler kendisini “öteki”nin yerine koyabilmelidir.

Bu çerçevede yazılan bazı eserler Ehl-i Sünnet ve Şiâ’nın birbirini anlamasına yardımcı olmak yerine; aradaki mesafeyi büyütmüştür. Araya siyasî endişeler de girince, “tekfir” derecesine varacak suçlamalar görülmeye başlamıştır.

Alevî ve Sünnîlerin uzun bir tarihî dönemde birbirini gereğince anlayamamaları, empatiyi sağlayacak bir platform oluşturamadıklarından kaynaklanıyordu. Bediüzzaman hayatta iken, talebelerinden bu soruna dair birçok soru aldı. Bu soruları cevaplarken veya diğer meselelerin içerisinde Alevî ve Sünnîlerin üzerinde buluşabileceği bir platform oluşturdu. Bu platformu oluştururken Alevîlerin bütün sermayelerinin içinde saklı olduğu, anahtar kelimeleri kullandı. Hatta söylemlerini Risâle-i Nur’da bulan birçok Alevî, Bediüzzaman’ın sağlığında, Risâleleri okumaya başladı.

Esasen Alevî-Sünnî ayrışmasının temelleri söylemde ve tarihî olayların yorumunda gizlidir. Bediüzzaman her iki alanı da inceleyerek yeni bir yaklaşım ortaya koymuştur.

Risâle-i Nur’da Alevilik kavramı

“Alevî” kelimesi Hz. Ali’ye (ra) intisabı olan kişi demektir. Bu açıdan “Ali”siz bir Alevilik düşünmenin, tarihî köklerini açıklamak pek mümkün değildir. Bu tür Alevîlik tanımları yapanların tarihî köklerle ilgilendiklerini de söyleyemeyiz. Bediüzzaman, Alevilik kavramının aslî mecrasından çıktığını düşündüğünden eserlerinde Aleviliğin doğru tanımlamasını yapmaya çalışmıştır. Said Nursî’de Alevilik, Hz. Ali (ra) muhabbetinin Nebevî ve İlâhî sevgiye ulaştırması demektir. Temel ekseni tevhid, Hz. Ali (ra) muhabbeti, Ehl-i Beyt muhabbeti ve nübüvvettir. Fakat Alevîlik zaman içerisinde aslî referanslarını yitirerek değişik şekiller kazanmıştır. Bunu Bediüzzaman, “salabetli Alevilik, nihayet, Rafıziliğe dayandı” 3 şeklinde ifade eder. Bu hakikatin yansıması olarak Hz. Ali ve Âl-i Beyt ile hiç ilgisi olmayan Alevilik klikleri türemiştir. Bediüzzaman’ın eserlerinde tanımladığı Alevîlikte, materyalist ve milliyetçi yaklaşımlarla üretilen Alevî klikleri yoktur. Said Nursî bu klikleri, kendi kodlarıyla tanımladığı Aleviliğin içine almak için çaba sarf etmiştir. Talebelerinin “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” âyetinin açıklaması bağlamında sordukları bir sorusu üzerine, bu âyetin Alevîlere teşmil edilemeyeceğini, Alevîlerin ehl-i kıble olduklarını, yani İslâm dairesi içinde yer aldıklarını yazar.4 Bu tanımlama, Ehl-i sünnet ile Alevîler arasındaki empati sorununu çözümlemek açısından önemli bir yaklaşımdır.

“Hususî üstadım İmam-ı Ali’dir (ra)”

Hz. Ali (ra) sevgisi, Alevîlerin en önemli fikir eksenidir. Olayların yorumunda bu ilkeden taviz vermemeye çalışırlar. Sünnî kesimde de Hz. Ali (ra) sevgisi, küçümsenemeyecek bir yer işgal eder. Alevî ve Sünnîlerdeki Hz. Ali (ra) sevgisi, Risâle-i Nur’da zirveye ulaşır. Risâle-i Nur Talebelerinin en büyük üstadı, Peygamberden (asm) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle, İmam-ı Ali (ra) olduğu belirtilir.5 Veysel Karani’nin Hz. Peygambere (asm) olan bağlılığına benzer bir ilişki de, Bediüzzaman ile Hz. Ali (ra) arasında vardır. Üveys nasıl ki Hz. Peygamber’i görmeden, onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman’da Gavs-ı Azam (k.s.) Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla Hz. Ali’nin (r.a.) dersini tâlim etmiştir.6 Bu açıdan Risâle-i Nur Talebeleri Hz. Ali’nin (r.a.), Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Azam’ın (k.s.) bu asırdaki talebeleridir.

Hz. Ali (r.a.) ile Risâle-i Nur arasındaki, başka bir köprü de hilâfet mes’elesindedir. Bediüzzaman, “Benden sonra hilâfet otuz senedir” hadis-i şerifini yorumlarken ilk beş halifeyi (Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan) bu otuz yılın içinde mütalâa eder.7 Hicrî tarihle bu zaman aralığı, otuz yıla tekabül etmektedir. Hz. Hasan’ın (r.a.) hilâfetten ayrılmasıyla, İslâm tarihinde saltanat devri başlamıştır. Risâle-i Nur, hilâfetin görevinin en önemlisi olan “neşr-i hakaik-i imaniye”de Hz. Hasan’ın (r.a.) görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır. Başka bir ifadeyle Hz. Hasan’ın (r.a.) altı ay gibi kısa hilâfetini, uzun bir zamana çevirmiştir.8 Bu açıdan Risâle-i Nur “Hz. Hasan’ın (r.a.) bir muâvini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.” 9

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un Hz. Ali’ye (ra) yaklaşımının mantıkî bir sonucu olarak, Alevîlerin Risâleleri dinlemeleri gerektiğini belirtir. Çünkü Celcelutiye’nin şehadetiyle Nur Talebelerinin en büyük hocası Hz. Ali’dir.10

“Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır”

Alevilerin önem verdikleri bir kavram da, Âl-i Beyt muhabbetidir. Hz. Peygamberin (a.s.m.) evine mensup olanları ifade eden bu kavram, tarih boyunca siyasî çekişmelerde araç olmaktan kurtulamamış.

Aslında Hz. Ali (r.a.) muhabbetinin mütemmimi olan Âl-i Beyt sevgisi Alevilerde olduğu gibi Sünnîlerde de temel bir olgudur. Zaten Ehl-i Beyt sevgisi Kur’ân’ın öngördüğü bir sevgidir. Bediüzzaman, “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir” (Şura, 23) âyet-i kerimesinin tefsirinde, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) Âl-i Beyte karşı ümmetin sevgisini istediğini belirtir. Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadisinde, “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim” buyurarak Al-i Beytinin önemini vurgulamıştır.11

Kur’ân’ın emrettiği Ehl-i Beyt sevgisi, Risâle-i Nur’un da önemli bir esası hükmündedir. Fakat Âl-i Beyt muhabbetini doğru anlamak noktasında Risâle-i Nur’un ikazları vardır. Bediüzzaman, Resul-i Ekrem (a.s.m.)’in Hz. Ali’ye (ra) söylediği: “Sende, Hz. İsa gibi bir kısım insan helâkete gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hz. İsa’ya Nasranî muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile—hâşâ—ibnullah dediler, Yahudi adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir.”12 hadis-i şerifi, muhabbetin nasıl olması gerektiğini ön plana çıkarıyor. Yani, Hz. Ali (ra), Allah ve Hz. Peygamber’e izafeten sevilmelidir. Al-i Beyte de “vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nurânîsi” (nuranî bağları) olarak bakmak gerekir. Yoksa Hz. Ali’nin (ra) Allah ve Resulü’ne olan bağlantısını düşünmeden, şahsî kahramanlıkları ve üstünlüklerini düşünerek sevilmesi doğru değildir.

Hz. Peygamber (asm), Âl-i Beyti, peygamberlik vazifesi açısından sever. Çünkü Sünnet-i Seniyyenin kaynağı, muhafızı, her türlü gereklerinin yerine getiricisi Âl-i Beyt’tir.13 Hz. Peygamber’in, Âl-i Beyt sevgisinden muradı sünnet-i seniyyesi olduğuna göre, sünnet-i seniyyeye uymayanlar Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi, Al-i Beyt’e hakikî dost da olamazlar.14

Bediüzzaman, “mesleğinde bir esas” olarak tanımladığı Âl-i Beyt sevgisinin hiçbir zaman yok edilemeyeceğini belirterek talebelerini Vehhabilik konusunda ikaz eder. Hz. Ali ve Âl-i Beyt adaveti ile bilinen Vehhabilere Risâle-i Nur’da hiçbir cihette sıcak bakılmamıştır.15 Hatta, “Vehhabilik damarı nurun hakikî şakirtlerinde olmamak lâzım geliyor”16 denilerek, Âl-i Beyt adavetine karşı net tavır belirlenmiştir. Risâle-i Nur’da Âl-i Beyt sevgisinin teşvik edilmesi Alevîlerle bu noktada da ittifak edildiğini gösteriyor. Risâlede tanımlanan Âl-i Beyt muhabbetinin niteliğine, hakikî Alevîlerin cân-ı gönülden katıldıklarını söyleyebiliriz. Alevilerin en mühim kesimini teşkil eden Caferilerde, Âl-i Beyt muhabbetinin, Allah’a ve Rasulüne götüren nurânî bir bağ olduğunu kimse inkâr edemez. Hakiki Âl-i Beyt dostluğunu öğreten Risâle-i Nur ile Aleviler arasında Âl-i Beyt muhabbeti konusunda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Bu özellikten dolayı Bediüzzaman “hakikî Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerekir”17 demektedir. Hatta Alevilerin, Risâle-i Nur derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeleri gerekir. Aksi takdirde Âl-i Beyte muhabbet dâvâları yanlış olur.18

On İki İmam’ın yolu

İran ve Türkiye’deki Alevîlerin çoğu Caferiye mezhebinin mensuplarıdır. Bu mezhebe İsnâaşeriyye Şiâsı da denilir. Bu mezhebe göre imâmet usulü’d-din’dendir. İlk İmam kabul ettikleri Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin takip eder. Daha sonra Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Muhammed El Bakır ve oğlu Cafer Sadık imam olmuştur. Bundan sonra İmam Musa el-Kâzım’ın soyundan gelenler On İki İmamı tamamlamıştır. İsnâaşeriye şiâsına göre imamlar hatadan korunmuş sayıldıkları için davranışları sünnet olarak değerlendirilir. On İki imamdan Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Muhammed el Bakır ve Cafer es Sadık gibi imamlar Alevî-Sünnî ayırımı olmaksızın herkes tarafından benimsenir.19 Bediüzzaman da, “azamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidin” yolunu “Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası” şeklinde isimlendirir.20 Hz. Hüseyin’in soyundan gelen bu imamların—özellikle Zeynel Abidin ve Cafer-i Sadık—her biri manevî bir mehdi hükmüne geçerek, zulümatı dağıtıp Kur’ân nurunu ve iman hakikatlerini yaymışlardır.21

Bediüzzaman’ın On İki İmama bakışı Alevî ve Sünnîler arasında, yeni bir köprü niteliğindedir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin on iki imamın ikinci altısına mütereddit bakışları, Bediüzzaman’ın net ifadelerinde görülmemektedir. Bu da Alevî ve Sünnîler arasındaki mesafenin daralmasını sağlayacak önemli bir faktördür.

Hilâfet kimin hakkı?

Ehl-i Sünnet ve Alevîler arasında “medar-ı niza” meselelerden birisi, belki de en önemlisi, Hz. Peygamber’in (asm) vefatından sonra yerine kimin halife olacağı meselesidir.

Hz. Peygamberin vefatından sonra Ben-i Sâide avlusunda toplanan ensar ve muhacir Hz. Ebubekir’i halife seçmişti. Bu toplantıda Hz. Ali yoktu. Zübeyir b. Avvam, Mikdad bin Esved, Selman-ı Farisi, Ebu Zer, Ammar bin Yasir ve Ubey bin Ka’b (r.a.) Hz. Ali’nin yanında bulunuyorlardı. Bunların hepsi Hz. Ali’ye biat etmek için onun yanında toplanmışlar. Biat etmek için Hz. Ali’nin iznini bekliyorlardı. Bu sırada Hz. Abbas, Ebu Sufyan gibi Müslümanlar Hz. Ali’ye biat etmek istedilerse de, Hz. Ali herhangi bir fitneye sebep olmamak için buna izin vermemişti.22

Hz. Ali altı ay, Hz. Fatıma’nın vefatına kadar Hz. Ebubekir’e biat etmemiştir. Hz. Ali’nin biat etmesinin gecikmesi, Alevî ve Sünnîler arasında tartışılan meselelerdendir.

Bu konuda Ehl-i Sünnet ve Cemaat, Hz. Ebubekir’in (r.a.) hilâfete daha lâyık olduğu için geçtiğini belirtir. Şiâlar buna itiraz ederek “Hak Hz. Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdali Hz. Ali’dir (ra)” derler.23 Şiâların getirdikleri deliller dört ana grupta toplanabilir. Bunlar (a) Hz. Ali (ra) hakkında varid olan hadis-i şerifler (b) Hz. Ali’nin (ra) “Şah-ı Velâyet” ünvanıyla evliyanın çoğunluğunun ve tariklerin kaynağı olması (c) ilim, şecaat ve ibadetle harikulâde sıfatları (d) Hz. Peygamber’in (asm) ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte şiddet-i alâkası.24

Bediüzzaman ehl-i Şiâ’nın bu delillerini tek tek analiz ederek, Hz. Ebûbekir ve Hz. Ali’nin farklı özelliklerinin yaşanan sonucu ortaya çıkardığını açıklar. En başta şunu belirtmek gerekir: Hz. Ali (ra) ilk üç halife zamanında Medine’de ikamet ederek, dini ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur’ân ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı, hem Hz. Ebubekir’in (r.a.) hem de Hz. Ömer’in (r.a.) özellikle fıkhî meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir Sahabi olmuştur.25 Yirmi seneden fazla üç halifenin adeta “şeyhülislâmlığını” yapması mevcut duruma itiraz etmediğini belirler. Ayrıca ilk üç halife zamanındaki fetihler ve düşmanla mücadele ile Hz. Ali (ra) zamanındaki vakıalar “hilâfet-i İslâmiye noktasında Şiâların dâvâlarını cerh ediyor.”26 Bediüzzaman, Şiaların delillerinden olan (a) Hz. Ali hakkında senâkârane hadislerin çok olmasını iki sebeple açıklar. Bunlardan birisi, Emeviler ve Hariciler Hz. Ali’ye (r.a.) haksız hücumda bulunduklarından, ehl-i Sünnet ve Cemaat Hz. Ali hakkındaki rivayetleri çok neşretmişler. Diğerine gelince, Hz. Peygamber (asm) peygamberlik nazarıyla, ileride Hz. Ali’nin (r.a.) başına gelecek üzücü olayları ve dahili fitneleri görmüş, Hz. Ali’yi (ra) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında su-i zandan kurtarmak için, “Ben kimin dostuysam, Ali de onun dostudur” gibi mühim hadislerle Ali’yi teselli ve ümmeti irşad etmiştir. (b) Hz. Ali’nin “şah-ı velâyet” ünvanıyla evliyanın çoğunluğunun ve tariklerin kaynağı olması meselesine gelince, Hz. Ali’yi sevmek noktasında problem yok. Ehl-i Sünnet de Şiâlar da seviyor. Fakat Hz. Ali’nin “şah-ı velâyet unvanı onu, siyaset ve saltanattan ziyade, saltanat-ı maneviyeye lâyık kılıyordu. O siyasette başarılı veya lâyık olsaydı, siyasî hilâfetin pek çok fevkinde olan manevî saltanatı kazanamayacak, üstad-ı küll hükmüne geçemeyecekti.”27 (c) Hz. Ali’nin ilim, şecaat ve ibadetle harikulâde sıfatlara sahip olması özelliğini hilâfet noktasından ele alırsak, şahsî kemalatı hilâfet dönemindeki kemâlâtıyla beraber düşünülmelidir. Bu açıdan, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın şahsî kemâlâtları ile zaman-ı hilâfetlerinin kemâlâtları terazinin bir kefesine, Hz. Ali’nin şahsî kemâlâtı ve hilâfet zamanındaki üzücü iç savaşlar, sû-i zanlara maruz kalan hilâfet mücahedeleri de diğer kefesine konulsa, elbette Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın kefeleri ağır gelir. (d) Şiaların Hz. Ali’yi ilk halifeliğe lâyık görmelerinin sebeplerinden birisi de, Hz. Peygamber’in Al-i Beyte gösterdiği alaka “cibilli karabet” veya “hissi şefkatten” kaynaklanmıyor. Belki, peygamberlik vazifesine sahip çıkacak nuranî bir cemaatin menşeine alâka gösteriyordu. Ayrıca “saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler.”28 Bediüzzaman, Ehl-i Şiâ’nın, Hz. Ali’nin ilk halife olmasına dair görüşlerini de açıklar. Eğer Hz. Ali ilk halife olsaydı, engel tanımayan, pervasız, kahraman, hiçbir şeyden korkmayan, çekinmeyen şecaatinden dolayı, bir çok insanda ve kabilede rekabet damarını tahrik ederek tefrikaya sebep olabilirdi. Ayrıca, fitnelerin ortaya çıktığı zamanda, Hz. Ali (ra) gibi cesaret ve feraset sahibi birisi halife olmasaydı. Fitnelere karşı dayanmak zor olurdu.29

Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme/me

Âlem-i İslâm’da on üç asırdır ehl-i hakikatin içini sızlatan, iç muharebelerden bahsederek düşmanlıkları beslemek, ehl-i imana tahammülsüz elemler veriyor. Bundan dolayıdır ki, başta “eimme-i Erbaa” ve “Ehl-i Beytin Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet” Müslümanlar içindeki o eski fitneyi karıştırmayı caiz görmemişler.30 Bediüzzaman da, “Âlem-i İslâm’ın o dehşetli yarasını deşmek, düşünmek benim hususî meşrebimde tahammülümden ziyade elem veriyor.”31 diyerek, Ehl-i Beyt’e zulmedenlerin ahirette cezalarını çektiklerini, Ehl-i Beyt’in ise dünyadaki geçici sıkıntılarına mukabil sınırsız rahmete mazhar olduklarını belirtir. Bundan dolayı geçmişte Ehl-i Beyt’e zulmetmiş bir kişiyi, zemmetmenin Ehl-i Beyt’e bir yararı yok. Ayrıca “zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var, eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.”32 Bu hakikat ölmüş insanları boş yere kötülemenin anlamsızlığını ortaya çıkarıyor. Bu açıdan, ilm-i kelâmın büyük allamesi Sadeddin-i Taftazani, “Yezide lânet caizdir” demiş, fakat “lânet vaciptir, hayırdır ve sevabı vardır” dememiş!

İşte Ehl-i sünnet âlimlerinin ve on iki imamın bu yaklaşımı Bediüzzaman’ın o zaman vukua gelen savaşlara bakışında temel ekseni oluşturmuş. Bu bakış açısında istenilen yaklaşım, ihtilâf ve düşmanlıkları arttırıcı zem ve küfürlerden kaçınmaktır. Yoksa sahabeler arasında vukua gelen olayları hiç anlatmamak, nisyan çukuruna atmak değildir. Risâle-i Nur’da, medar-ı niza olan savaşlar bu açıdan ele alınmıştır.

İslâm Tarihinde Hz. Osman’ın şehadeti ile başlayan huzursuzluklar, birçok ihtilâf ve mücadelenin sebebi olacaktır. Hz. Osman zamanında başlayan karışıklıklarda felsefî temel olmadığı için çok önemli değildi. Birçok cemiyette bu tür kargaşalar olabilirdi.33 Fakat Hz. Osman’ın şehit edilmesi ardı arkası kesilmeyen Cemel, Sıffin savaşları, Hakem mes’elesi ve ardından Nehrivan muharebesi gibi olaylara kapı açtı.

656’da Hz. Osman’ın katillerinin bulunması için bir araya gelen, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Hz. Ali’nin elçisi Ka’ka’dan Hz. Osman’ın katillerinin halife tarafından bulunmasını istediler. Görüşmeler sonucu meseleyi sulh yoluyla halletmeye karar verdiler. Bu arada Müslümanların birlik olması asilerin huzurunu kaçırıyordu, iki taraf birleşirse kendilerini yok edebilirlerdi. Abdullah b. Sebe ve yandaşları sulha mani olmaya karar verdiler. Ertesi gün güneş doğmadan görevlendirilen kişiler aracılığıyla kargaşa oluşturup “Ehl-i Kûfe baskın yaptı,” “Ehl-i Basra baskın yaptı” şayiasını yaydılar. Sonunda Abdullah b. Sebe ve yandaşları istediklerine kavuştular. Binlerce Müslüman’ın kanı aktı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi Aşere-i Mübeşşereden olan sahabeler şehid edildi.34 Bu savaşta Hz. Âişe devenin üzerinde bulundu. Bediüzzaman Cemel savaşını, adalet-i mahza35 ile adalet-i izafiyenin savaşı olarak analiz eder. Hz. Ali, önceki halifeler dönemindeki gibi adalet-i mahzayı esas aldı. Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’de adalet-i mahzanın tatbiki müşkül olduğuna inanarak adalet-i izafiye yönünde içtihad yapmışlardı. Her iki taraf da Allah için içtihad etmişlerdi. Bundan dolayı hem katil, hem maktul ehl-i cennet olmuşlardı. Hz. Ali içtihadında haklı olduğu halde,36 her iki taraf da içtihad neticesi savaştığı için, “içtihad eden hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa bir nevî ibadet olan içtihad sevabı, olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.”

Hz. Ali (ra) yaşanan elim savaştan sonra, bir daha karışıklık çıkmaması için ülkede denetim kurmaya çalışıyordu. Mısır’a vali olarak tayin ettiği Muhammed b. Ebubekir, orada bir kargaşa ile karşılaştı. O sırada Şam valisi olan Hz. Muaviye, Mısır’a gönderdiği Amr b. As aracılığıyla hâkimiyetini tesis etmişti. Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin biat çağrılarına olumlu cevap vermiyor ve Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını istiyordu. Barış için çabalar sonuç vermedi.37 İki ordu Cemel savaşından yaklaşık 6-7 ay sonra 657’de Sıffin’de karşı karşıya geldiler. Savaşta gelişmeler Muaviye’nin aleyhine dönünce, Amr b. As’ın teklifi ile Kur’ân sahifeleri mızrakların ucuna takıldı. Hz. Ali’nin ordusundan “Kur’ân’ın hakem olması” istendi. Her ne kadar, Hz. Ali yapılanların bir hile olduğunu biliyor idiyse de, ordu Kur’ân’a karşı savaşmak istemedi. Anlaşma hakemlere bırakıldı. Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa el Eş’ârî ile Hz. Muaviye’nin hakemi Amr b. As. yeni bir halife seçilmesinde anlaştılar. Fakat Muaviye’nin hakemi son anda hile yapınca anlaşmazlık giderilemedi. Bediüzzaman bu savaşın genel niteliğini hilâfet ve saltanatın savaşı olarak görür. Hz. Ali (ra), “ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara fedâ ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için, azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler. Siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip, ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”38 Hz. Muâviye’nin bu hatası, âlem-i İslâmiyenin Hilafetten ayrılmasına ve uzun süre devam edecek olan saltanat devrinin başlamasına zemin hazırlayacaktır.

Bu sırada, Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan 12 bin kadar kişi, Abdullah b. Vehebi’r-Rasibi’nin emrinde hareket etmeye başladılar. Bunlar, Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin hakem tayin etmekle hata ettiklerini düşünüyorlardı. Onlara göre hakikî hüküm sahibi Cenâb-ı Hak olduğundan, hakem tayin edilmesi yanlıştı. Bu gerekçelerle Hz. Ali’den ayrılarak isyan ettiler. Hz. Ali’nin nasihatleri ile bir kısmı isyanı bıraktıysa da kalan 4.000 kişi ile savaşılmak zorunda kalındı. Nehrivan’da 658’de yapılan bu savaşlarla Harici tehlikesi giderildi. Fakat yüzyıllardır süregelen Hz. Ali ve Âl-i Beyt muhalifi Vehhabiliğin temellerinin atılmasını sağlayacaktır.39 Hz. Ali (ra) de bu gruptan Abdurrahman b. Mülcem tarafından, sabah namazında iken zehirli hançerle şehit edilecektir.40

Hz. Ali’nin (ra) şehadetinden sonra, ordu Hz. Hasan’a biat etti. Hz. Hasan yaşadığı dönemin nezaketinden dolayı, Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemek için, 6 aylık hilâfetinden sonra, Muaviye lehine hilâfetten feragat eder.41 Hz. Hasan’ın hilâfetten çekilmesiyle İslâm tarihinde hilâfet dönemi sona erer. Saltanat devri başlar. Bediüzzaman, Hz. Hasan’ın yarım kalan hilâfetini “neşr-i hakaik-i imaniye”de Risâle-i Nur’un tamamladığını belirtir.

Hz. Muaviye vefat etmeden önce yerine geçmesini istediği oğlu Yezid halife olunca, Hz. Hüseyin biat etmedi. Bunu Duyan Kûfe’liler, Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye dâvet ettiler. Hz. Hüseyin (ra) 72 kişilik bir kafile ile Kûfe’ye giderken, yolda Yezid’in adamları tarafından kıstırıldı. Yezid’e biat etmesi istendi. Fakat Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince vicdanları sızlatan bir şekilde birçok yakını ile beraber şehit edildi.42 Bu olayın sene-i devriyesinde her yıl Alevîler tarafından çeşitli faaliyetler düzenlenir. Bütün Müslümanları vicdanen muazzeb eden bu hadise, Müslümanlar arasında ayrılıkların derinleşmesinde etkili olmuştur. Bediüzzaman, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emevîlerle mücadelesini tahlil ederken, din ve milliyet savaşı olarak belirtir.43 Çünkü Hz. Hasan ve Hüseyin, Âl-i Beyt’in nuranî silsilesinin başlangıcı olarak Hilâfet-i İslâmiyeyi temsil ederlerken, Emeviler Arap milliyetçiliğini temsil ediyorlardı. Bediüzzaman’ın savaşlara dair değerlendirmesi analizci olmuş, her olayı kendi içerisinde değerlendirmiştir. Bu olaylardan hiçbirisinin, Ehl-i Sünnet ile Alevileri birbirinden uzaklaştırıcı olmaması gerektiğini savunmuştur. Bilâkis ön yargısız yaklaşıldığı zaman arada anlaşamayacak hiçbir konu yoktur.

Dıpnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, İst. 1994, s. 39.

2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Germany 1994, s. 354.

3. Sünûhat, s. 38.

4. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Germny 1994, s. 70.

5. A.g.e., s. 70.

6. A.g.e., s. 61.

7. Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İst. 1995, s. 123.

8. Mektubat, s. 65.

9. A.g.e., s. 659.

10. Emirdağ Lâhikası, s. 70.

11. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Germany 1994, s. 27.

12. Mektubat, s. 107.

13. Lem’alar, s. 27.

14. A.g.e., s. 28.

15. Mektubat, s. 352.

16. Emirdağ Lâhikası, s. 177.

17. A.g.e., s. 210.

18. A.g.e., s. 70.

19. Hayreddin Karaman, “Caferiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 7, İstanbul 1993, s. 4.

20. Mektubat, s. 420.

21. A.g.e., s. 101.

22. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, İstanbul 1980, s. 267.

23. Lem’alar, s. 28.

24. A.g.e., s. 28.

25. Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul 1989, s. 372.

26. Lem’alar, s. 28.

27. Mektubat, s. 57.

28. A.g.e., s. 100.

29. A.g.e., s. 100.

30. Emirdağ Lâhikası, s. 179.

31. A.g.e., s. 182.

32. A.g.e., s. 178.

33. Ebu’l- A’lâ Mevdudi, Hilâfet ve Saltanat, İstanbul, s. 290.

34. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul, 1980, s, 490.

35. “Adaleti mahza, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye, bir nev’î adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez; gidilse zulümdür.”

36. Mektubat, s. 57.

37. Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul 1989, s. 373.

38. Mektubat, s. 58.

39. A.g.e., s. 352.

40. Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul 1989, s. 374.

41. Muhammed El Hudari “Hulefa-i Raşidin Devri,” DGBİT, C, 2, s, 268.

42. Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e. s. 602-620.

43. Mektubat, s. 58.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*