Hz. Bilâl’e bakış ve Bilâlî bakış

“İşte, bak: (Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm) Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi.

Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.”

(Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz, 7. Reşha)

Zaman zaman medyada “Gerçek İstanbullu, gerçek Ankaralı kaldı mı, kaç kişi var acaba? İstanbullu veya Ankaralı nasıl olunur?” tarzında merak kamçılayıcı suâller sorulur. Aslında bu merakaver soruyu, “Şehirli, medenî nasıl olunur?” diye sosyologları ilgilendiren bir soruya çevirerek sormak gerekir.
Kültür tarihimizin köklerine indiğimizde, tıpkı bir suyun kaynağındaki berraklığını, duruluğunu gördüğümüz gibi, böyle bir soruya cevap teşkil edecek sahnelerle karşılaşırız.
İnsanoğlu yaratılışından bu yana pek rahat yüzü görmedi. Savaşlar, kıtlıklar, yokluklar, hukuksuzluklar insanlık tarihi kadar eski, çağımızın bol nimetleri ve teknolojisi kadar yenidir, tazedir.
Peygamberler ve feylesoflar insanları düzenli ve medenî bir toplum statüsüne kavuşturmaya çalışmaşlar, fakat insanların çoğunluğu bu âkil kişilerin uyarısına kulak vermemiştir. Kurallı davranışı hep reddetmişler. Alışkanlıklarının köleliğine iradeleriyle devam etmek istemişlerdir. Belki de kaos ve kargaşa ortamının tembel ve cahil olan kendilerinin işlerini kolaylaştıracağını zannetmişlerdir. Ama kargaşa bir toplumun, kendilerini de bir girdap gibi sardığını, asla huzur bulamadıklarını da anlamışlardır. İnsanoğlu hâlâ ortak paydasını bulamamıştır. Bu konudaki uluslar arası uzlaşma çalışmaları da henüz bir sonuç vermemiştir. Medeniyetler ittifakı gibi.
İslâmiyet’in gelişiyle insanlık, tarihinde hiç yaşamadığı bir kırılmayı ilk kez yaşadı. Buna inkılâb, dönüşüm, diriliş, devrim vs. denilebilir.
Tarih kitapları İslâm öncesinin “cahiliye” ortamı olarak sıfatlandırdığı toplumunu uzun uzadıya anlatır. Her türlü hukuksuzluğun hâkim olduğu bir zaman dilimiydi. Sınıflar arası uçurumlar derindi. Bir tarafta Âdem’in bir oğlu zincirlenmiş köle, öte yanda diğer oğlu onun zincirlerini elinde tutan efendiydi. Böyle bir sahneyi tiyatroda seyretsek yuhalarız. İşte insanlığa tam da burada müdahele edilmişti. Böyle bir anlayışı Hz. Muhammed (asm) olağanüstü bir hızla değiştirmeye başladı. İçinde yaşadığı topluma; “Allah’ın her kulu, Âdemin her oğlu eşit hakka sahiptir” ilkesini uyguladı. “Arabın aceme (kendinden olmayana) acemin Araba bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak fazilettedir” ilkesini zihinlere yerleştirdi. Bu sayede köleler efendiler kadar hak sahibi oldular. Onun getirdiği sistemde köle insanın hürriyetine kavuşturulması, dinin en birincil kefaret emri (fiilî özür dileme) ilkesi oldu. Onun yaşadığı zaman diliminde, haksız, ama güçlüler bir örümcek ağı kadar zayıf düştüler. Haklı ama zayıf olanlar, kaleler ve ordular kadar güçlü oldular. Bu uygulama onun etrafındaki sıcak, aydınlık, müşfik, adil câzibe hâlesine insanları bir mıknatıs gibi çekti. Zayıflar ve hukuktan yana olan varlıklılar etrafında toplandılar. İnsanlar onun getirdiği ilkelerle yaratılışlarında var olan fıtrî kıymetlerini, değerlerini öğrendiler.
Hz. Muhammed (asm) yirmi üç sene gibi kısa bir sürede “bedevî”, köylü, ilimsiz, kanunsuz-kuralsız yaşayan toplumu cehalet ve kabalıktan kurtararak bir ortak paydada birleştirdi. Medeni bir toplum yaptı. Onun içindir ki ismi “Yesrib” olan belde Efendimizin şereflendirmesiyle “Medine” yani şehir, yani kurallı, paylaşımcı, âdil, insanların yaşadığı bir “medenî” mekân oldu.
Hepimizin severek izlediği Çağrı filmindeki Bilâl-i Habeşî gibi siyahî, köle bir insan, bilinen işinin, görünen yüzünün dışında o zamana kadar açığa çıkarılmamış, belki kıyamete kadar da asla çıkarılamayacak olan güzelliği yüzüne aksettirilerek ilk defa seyrettirildi, seyredildi. Hz. Bilâl’in kullardan bir kul olduğu, ama insan olarak da var olan kıymeti bilindi. Kendisi de bunu bütün öğrendiklerinden daha kıymetli bir bilgi olarak öğrendi, algıladı, anladı. Birileri tarafından, kendisine ve kendisi gibi olanlara kölelikten başka bir iş yapma şansı tanınmayan, kıyamete kadar da tanınmaması kararlaştırmış bir insana kabiliyetini, yeteneğini kullanma fırsatı verildi. Köleliğe mahkûm o insan, cevherini öyle bir açığa çıkardı ki “pîr-i müezzinîn” (müezzinlerin üstadı, efendisi) olarak, “Allah ondan razı olsun” duâsıyla anılan güzide bir insanlık makamına terfî etti, yükseldi.
Tarihin o zaman kesitine “Asr-ı Saadet” yani mutluluk asrı denilir. O, öyle bir zaman dilimiydi ki, toplum mu’cize bir elle hızla iyiliğe, güzelliğe dönüşüyordu. Zaman zaman da eski cehalet söylemleri görülmüyor, nüksetmiyor değildi.
Bir gün Hz. Bilâl’in “suffe”de (yatılı kaldıkları mektep) arkadaşlarından birisi olan Hz. Ebu Zer-i Gıfari cahiliye alışkanlığı olarak her nasılsa kızgınlıkla ona: “Kara kadının oğlu” demişti. Halbuki kendisiyle Bilâl’in rengi arasında biraz ton farkı vardı. Ama nefis bu ya, kendini daha az esmer görerek üstünlük taslıyordu. Bilâl’in hayli üzüldüğünü gördü. Ve bin pişman oldu. Hemen özür dilemesi lâzımdı. Affedilmesini isteyecekti. Ama nasıl olmalı, ne yapmalıydı? Evet bin pişmandı. Ne yapmıştı, nasıl olmuştu! Daha fazla dayanamazdı. Hemen koştu. Bilâl’in geçeceği kapının eşiğine başını koydu. Gözlerinden pişmanlık ve perişanlık yaşları boşalırken; “Ey Bilâl, vallahi eşikteki bu yüze o ayaklarınla basmadığın sürece bu eşikten başımı kaldırmayacağım!” diyordu. Nihayet Hz. Bilâl (ra) o siyah inci yüzündeki seher vakti aydınlığıyla tebessüm ederek, Ebû Zer’in (ra) gönlünü almış, affetmiş ve eşikteki başını gözyaşları içerisinde göğsüne bastırmıştı.
Bana göre Hz. Ebû Zer-i Gıfarî (ra) hem o zamana kadar, hem de dünyanın sonuna kadar yüzlerindeki, renklerindeki ton farkından dolayı horlanan, aşağılanan bütün insanlar adına özür dilemişti. Bu öyle bir özürdü ki; insanlık adına bir kefaretti. Yine bana göre Hz Bilâl (ra) de bütün horlananlar adına özrü kabul etmişti. Ve her ikisi de Hz. Muhammed’in (asm) öğrencisi olarak müthiş bir antlaşma yapmışlardı ki; Elhamdülillah, İslâm tarihi boyunca hiçbir ırkî ayırım asla yapılmamış ve o antlaşma asla bozulmamıştı. Yapılmaya yeltenilmiş olanlara da asla fırsat verilip boy attırılmamıştı. İslâm bahçesinin hep o bilge bahçıvanlarınca aşısız bir meyve ışkını gibi hemen kesilip temizlenmişti.
Batı dünyasının yöneticileri asırlar boyunca insanları kendi vatandaşı da dahil, ırkından dolayı hakir gördü, kötü yönetti. Zulüm düzenini sürdürdü. Nihayet konuyu, ’’İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’’yle yazılı metne döktü. Ancak; yine uygulamada uzun süre ‘’ırkçılığı reddi’’ içselleştiremedi. İslâm ülkerine karşı yanlı tutum sergiledi, aykırı davranışları devam etti. Filistin, Sudan, Kıbrıs, Bosna-Hersek Afganistan, Irak vs.’de sergilenildiği gibi.
Gelinen noktada batı toplumu (yöneticiler değil), nihayet ABD’nin sembollüğünde, renk tonu biraz koyu bir insan olan Hüseyin Obama’yı geçtiğimiz yıllarda başkan yaptı. Yine ABD senatosu da Aborjinlerin bugünkü temsilcilerinden özür diledi. Bu özür dileyiş, Asr-ı Saadet’te dilenmiş özrün 1400 küsûr sene sonra, henüz daha yeni; Grek ve Lâtin felsefesince algılanarak, 21. asırda tazelenmesidir, demek isterdim ama; geçmişte gördüklerimiz nedeniyle hiç ümitli değilim.
İslâm dünyasının müstebit yöneticileri ise, her ne kadar ırkçılık bağlamında Asr-ı Saadet’teki anlaşmaya sadık kalmışlarsa da; nefsanî ve şeytanî zekâvetleriyle halkla kendi aralarına asırlara dayanan sınıfsal duvarlar ördüler. Halklarını kendi kullandıkları nimetlerden mahrum ettiler, böylece kendi dinlerindeki en büyük yasağı deldiler, zulmettiler. Bugün sokaklara dökülen halk yıllar boyunca gasp edilen haklarını istiyorlar, er-geç mutlaka alacaklar. Bu hakkın en büyüğü ve muhteşemi ise, bağlamış olan kardeşi de olsa ayağındaki esaret zincirlerinin koparılması hakkıdır. Yani ‘’hürriyet’’ hakkıdır.
Bütün çağlarda olduğu gibi bu çağda da insanların bilgi, beceri, teknolojik kazanımları elbette değerlidir. Ama bir şey ondan daha da değerlidir. O da, insanın kendisine değer verildiğinin anlaşılması. İşte bu bir kefeye konulmalı, insanlığın diğer kazanımları da terazinin öbür kefesine. Biri diğeriyle asla kıyas edilemeyecek derecede kıymetlidir, muhteşemdir.
İnsanlar artık köle olmadıklarını söylemeye başladılar.
Bu nedenledir ki; insanlar ve liderler ancak “Bilâl’e bakışını ve Bilâl’in bakışını” güzelleştirirlerse, gerçekten İstanbullu, Ankaralı, Avrupalı, Amerikalı olabilir. Kısacası ona şehirli, yani medenî diyebiliriz.
İnsanlığın medenî olabilmesi için, yine insanlık adına, “Asr-ı Saadet”ten daha çok ders almaya ihtiyacı olsa gerek. Aksi halde bütün kazanımları, ne yönetenleri, ne de yönetilenleri asla “bedevî” olmaktan kurtaramayacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*