İftira atmayın, Risale okuyun

Allah rahmet eylesin, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri vefat edeli, altmış seneyi geçmiş. Onun, Kur’ân’dan aldığı formülleri, prensipleri zamanında bu memlekette tatbik edilseydi, memleket böyle mi olurdu?

Onun; en büyük gaye ve maksadı olan “ilâ-yı Kelimetullah”ı burçlara dikme sevdasının tahakkuku için, memleket ve milletin selâmeti için yaptığı gayretlerin önü kesilmeseydi, böyle mi olurdu?

Maznun Sultan Abdülhamid Han ile memleket ve milletin düştüğü o zamanki sıkıntıların formülünü takdim etmek için geldiği İstanbul’da, önü Siyonist alçakları tarafından kesilmeyip, Abdülhamid ile görüşüp, o Kur’ânî formülleri anlatabilseydi, Allah bilir, Osmanlı İmparatorluğu bile yıkılmazdı. Araya girip, Sultanla görüşmesine mani olan Siyonist kumpasının fitnesi sayesinde, Abdülhamid ile görüşemediği gibi, üstüne üstlük, “deli” diye tımarhaneye bile atıldı. Tabiî, kendisini muayene eden tabibin, “Bediüzzaman deli ise, dünyada akıllı insan yoktur” dediği bir delilik ithamı ile…

Gaye ve ideali büyüktü. Onların tahakkuku için çok uğraşıyordu. Abdülhamid ile görüşememiş, fakat Sultan Reşad ile görüşmüş, o da Said Nursî’yi idealinin tahakkuku için yanına alarak Kosova seyahatine beraber çıkmıştı. İdeallerinden biri; Din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite fikrinin, Sultan tarafından kabul edilmesiydi.

O idealin tahakkuku için, Padişah tahsisatının bir kısmıyla, Van Edremit’te, Medreset-üz Zehra’nın, yani üniversitesinin temellerini atmış, ama hemen patlak veren 1. Cihan Harbi’nde, medrese talebelerini birer mücahid yaparak, tahsis edilen o paranın geri kalan kısmına silâh ve teçhizat alıp, gönüllü milis alayı teşekkül edip, kendisi de gönüllü alay kumandanı (albay) olarak, Osmanlı ordusunun vurucu bir timi olmuş, Doğu’daki Rus ve Ermeni çetelerine kök söktürmüştü. Muharebenin şiddetlenmesi üzerine Ruslara esir düşüp, Kosturma esir kampına götürülmüş, oradan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve muhafazasıyla, adeta kanatlanarak İstanbul’a gelmiş, işgal altındaki İstanbul’da, bu sefer de İngilizlere kök söktürmüştü.

Vatanın kurtarılması için; Anadolu’daki Kuvva-yı Millîye hareketine cihad fetvası verenlerin içinde yer almıştır. Daha sonra, Ankara’ya dâvet edilmiş, İstanbul cephesinden, Ankara cephe gerisine pek gelmek istememiştir. M. Kemal’in şifreli telgraf ile yaptığı, birkaç dâvet neticesinde, araya giren hatırını kıramayacağı dostlarının ısrarı üzerine, Ankara’ya gelmiştir. Oradaki havayı anlamaya çalışmış, M. Kemal’in ısrarla, “Bu kahraman hoca bize lâzımdır, fikirlerinden istifade etmeliyiz” diye dâveti, daha sonraları, o ekibin dine muhalif tavırlarını görmesi üzerine Van’a çekilmiş, fakat bazı hadiseler neticesinde, sonradan tahakkuk eden hükümetler devrinde, bir anda sürgün, esir, mahkûm olmuştur.

O devirde baş gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Mehmed Âkif’in; “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı”beytine paralel olarak, Kur’ân’ın bu asra bakan âyetlerini tefsir ederek; Bu milletin, bu gençliğin, imanının kurtulmasına, Cehenneme gitmemesine çok uğraşmıştır.

Eğer onun, 1911’de Şam Cami-i Emevî’de verdiği hutbedeki sözleri dinlenseydi, bugün âlem-i İslâm, bu hâle gelir miydi? Eğer, deccalist zihniyet, 25 senelik istibdat devrinde, ona; sürgün, zindan, hapis, zehirleme vs. gibi şen’i fiilleri irtikâp etmeselerdi, bu memleket, bu millet şimdi böyle mi olurdu? Kardeş kardeşe düşman olur muydu?

İşin en garip kısımlarından biri de maalesef bazı dindarların ona karşı cephe alıp, fesatlık yapmasıydı. Dinî inkişafa destek verecekleri yerde, baltalamaya çalışmışlardı. Bir de utanmadan, ona her türlü iftirayı yapmaları yok mu, işte insanı bunlar çileden çıkarıyordu. Haydi, din düşmanları karşı çıkıyor, dinî gelişmeye mâni olmak istiyor, size ne oluyor kardeşim, kimin tarafındasınız siz?

Ona atılan en büyük iftira ve haksızlıklardan biri de, “Kendisini Peygamber (asm) yerine, Risalelerini de Kur’ân yerine koyuyor” saçmalığı idi. Biz, yarım asırdır bu suallere çok muhatab olmuş ve gereken cevabı vermiştik. Hiç unutmam, gençlik zamanımızda, bir iki arkadaşla, bazı dindar kimselerle sohbetimizde, yine bunu dillendirmişlerdi. Biz o zaman onlara demiştik ki, “Bunu söylerken insan, Allah’tan korkar. Siz, hiç Risale-i Nurlar’ı okudunuz mu?” Tabiî, menfi manadaki kafa sallamadan sonra, kulaktan dolma bu iddiaları üzerine dedik ki, “Okuyun bir bakın, Üstadın o nur eserlerinde, en çok hacmi olan iki risale vardır. Biri Peygamberimizin (asm), diğeri de, Kur’ânın mu’cizeliğidir. En çok sayfa, bu iki risaleye yer verilmiştir” dedik. Tabiî sus-pus v.s.

İşte, anlatılamayacak kadar büyük olan, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin gösterdiği, tarif ettiği nurlu yolda yürünür. Allah, akılsız başlara, akıl ihsan eder ve onun Kur’ândan aldığı sözleri dinlenir ve tatbik edilir de; bu millet de, bu âlem-i İslâm da, bu dünya da, insanlık da; haksızlıktan, zulümden, baskıdan vs gibi gayr-i insanî hâllerden kurtulur.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*