İhlâslı ibadetler, hayatı tanzim eder

Cenâb-ı Hak, insanı acip bir mizaç ile yaratmış, insana farklı farklı meyil ve arzular vermiştir. Böylelikle insan diğer mahlûkattan farklı olarak daha nazenin, nazdar bir yapıya sahip olmuştur. Bundan dolayı da, insaniyete lâyık bir tarzda yaşama ve kemâli yakalama arzusu taşımaktadır.

Bu arzu ile insanın yemesi, giyinmesi, barınması gibi gerekli birçok ihtiyacını en güzel şekilde, en san’atlı ve kaliteli bir şekilde karşılamayı arzu etmektedir. Fakat insan bu ihtiyaçlarının hepsini kendisinin karşılamasının mümkün olamayacağını idrak ederek, sosyal bir hayat oluşturmuş ve ihtiyaçlarını her insanın sahip olduğu yetenekleri mübadele sûretiyle karşılamıştır. Böylelikle yardımlaşma, alış veriş ve medenî yaşamaya mecbur kalmıştır.

Ancak sosyal hayat her zaman insanın istediği gibi adaletle gitmemiş, farklı farklı sorunları beraberinde taşımıştır. Çünkü arzu ve isteklerin, heva ve heveslerin, zekâların farklı farklı olması ve üstelik bunlara fıtraten bir had konmamış olması sosyal adaletsizliklere, yani zulümlere yol açmıştır. Güçlü olanlar güçsüzü ezmeye çalışmış, hak etmediğini gasp etmeye, ifrat-ı zekâ ile aldatmaya başlamış, kısaca tecavüz ve zulümler meydan almıştır.

İşte bu durumda olan insana bu sosyal adaletsizlikleri giderecek, hak ihlâlleri ve zulümlerini durduracak bir otorite lâzımdır. Bu yüzden sosyal düzeni sağlayabilmek için kanunlar çıkarılmış, lâkin insanî kanunlar sosyal düzeni sağlamaya yeterli olmamıştır.

Sosyal hayatın içindeki bu zulümlere engel olacak kalbe, hislere, lâtifelere sirayet eden bir otoritenin koyduğu kanunlar lâzımdır. Bu ise, “Yapan bilir, bilen konuşur” kaidesince, gerek Kudret sıfatından, gerekse Kelâm sıfatından gelen şeriatlerle mümkündür. İnsanlık ne zaman bu şeriatlerle amel etmişse, en saadetli dönemlerini yaşamış, ne zaman inhiraf etse, ihtilâller ve ihtilâflar çıkarmıştır.

İlâhî kanunların olması yeterli değildir. Zira bu kanunları uygulayacak bir otorite lâzımdır. Peygamberlik müessesesi bu İlâhî kanunları beşer içinde uygulayan otoritelerdir. Cenâb-ı Hak da insanların nazarında kanun uygulayıcılarına mu’cizeler vererek, bir nevî onların söylediklerini tasdik etmek mânâsında imtiyazlarla donatmıştır.

İnsanlığın arasında ve hatta bütün mahlûkatın içinde adaletin olabilmesi, İlâhî kanunların yaşanılır olması için Allah’ın azametinin, büyüklüğünün zihinlerde yerleştirilmesine, tesbit edilmesine ihtiyaç vardır. Bu ise, tekrar ile devam etmesi gereken ibadetler ile mümkün olacaktır. Günde beş vakit namaz kılmak, her an Allah’ın huzurunda olma bilincini, dolayısıyla her ânına nazar eden ve zerre kadar iyilik ve kötülüklerin kaydedildiği, bunların hesabının görüleceği ahireti akla getirecektir. Bu ise insanın daha medenî yaşamasını, hak ihlâllerini engellemeyi, tecavüzâtı ve zulümleri durdurmayı düşündürecektir.

Bu düşünce, sınır konmamış kuvveleri sınırlandırmayı gerekli kılacaktır. İşte ibadetler bu bilinci sağlaması açısından ve sosyal hayatı nizam altına alması anlamında önemlidir. İnsânî ilişkiler açısından da önem arz eden ibadetler kâinatın nizamı ile de ilgilidir. Çünkü ibadetler, fikirleri Cenâb-ı Hakk’a çevirir. Bu itaat ve inkıyadı ortaya çıkarır ve insanı intizam altına dahil eder. İnsanın intizam altına girmesiyle hikmetin sırrı ortaya çıkar. Zira Allah, kâinatta her şeyi bir hikmet ve san’atla yaratmıştır. Dolayısıyla kâinatın en eşrefi olan insanın hikmeti, ancak yaratılma sebebini yaşamasıyla mümkün olacaktır. Bu da âyet-i kerimede bildirildiği gibi, “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” hakikatiyle, hikmetin sırrı tahakkuk edecektir.

İnsan, kâinatın içinde adeta bir merkez hükmünde yaratılmıştır. Yaratılış hikmetine uygun hareket etmesi, kâinatın nizam ve intizamının da sırrı olmuştur. Gerek tekvinî şeriate ve gerekse teşriî olan şeriate imtisali nispetinde umumî cereyanı temin etmektedir.

İnsanın halife-i arz olması, onun bir yönüyle temsil özelliğinin olmasını netice vermiştir. Bu temsil, mahlûkatın tesbihatını Allah’a sunmak vazifesidir. Dolayısıyla her bir insan aslında umum kâinatın bir temsilcisi konumundadır. Ve bu konum beraberinde sorumluluğu getirmektedir. Pek çok namuslar, irşatlar, hukuklar halife-i arz olan insanın omzundaki vazifedir. İşte insan bu sorumluluk bilincini (ubudiyetini) yerine getirmezse, bulunduğu makamı kötüye kullanan âdi birisi haline gelecektir. Bu hem Yaratıcının nazarında bir sukût olduğu gibi kâinatın hukukuna da bir tecavüz olup, kendi aleyhinde dâvâcı olmalarına yol açacaktır. Bu mesele İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle geçmektedir: “Namaz, kalplerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniyeye imtisâl ettirmek için yegâne bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle şahsî ve içtimâî hayatını kurtarmak için o kanun-u İlâhiyeye muhtaçtır.”

İbadetlerin sosyal hayat açısından bir başka faydası ise, bütün Müslümanların birbirlerine karşı münasebet, bağlılık ve irtibatını kuvvetlendirmesidir. Bu ise, uhuvvete ve hakikî muhabbete sebep olur. Ehl-i imanı birbirine bağlayan rabıtaların tahakkukları ibadetle mümkündür. Ehl-i dünyayı bir araya getiren menfaat, ehl-i imanda muhabbet ve uhuvvetle olacaktır. Aksi halde iman ve küfrün şahs-ı mânevî şeklinde mücadelesinde ehl-i iman mağlûp duruma düşebilir. Bu yüzden tesanüdün gücüne ulaşabilmek için, binlerce birlik noktasının farkına varmak gerekecektir.

İslâmın ibadet anlayışı, insan duygularını ve hislerini terbiye etmeye yönelik olduğu gibi, kötü his ve duyguların uyarılmasına önceden mani olur. Şeriatlerin söylediği emir ve yasaklar eziyet ve işkence değil, akla uygun emirlerdir. Allah, insanın saadetine sebep olacak şeyleri emretmiştir. Felâketlerine sebep olacakları ise, yasaklamıştır. Dindar olsun veya dinsiz olsun bir kimse bilerek veya bilmeyerek bu emir ve yasaklara uyduğu kadar dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Faydalı ilacı kullanan herkes nasıl dertten kurtulursa, dinsiz kimselerin, milletlerin de birçok işlerinde muvaffak olması bu sebeptendir.

Gelinen insanlık manzarasını sorgulamak ve herkesin şikâyet ettiği şahsî ve sosyal problemlerden kurtulmanın çarelerini düşünmek gerekecektir. Çözüm için de, bozulan noktalardan başlamak doğru olacaktır. İnancın tevhide, ibadetlerin ihlâsa ulaştığı zamanlarda insanlık bu problemlerin üstesinden gelecektir.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*