İki âyet, iki yorum

İki âyet hakkında Risâle-i Nur’da geçen iki yorum ve izahı nazarlara sunmak istiyoruz. Zirâ her iki âyetin tefsir ve meâllerde verilen mânâları farklı bir şekilde izah edilmekte, bazı zamanlar da yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Risâle-i Nur meseleyi tam olarak halletmiş.

Birincisi Furkan Sûresi 70. âyet hakkındadır:

‘Yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât’ âyeti yani.

Bu âyet-i kerime tefsirlerde ve meâllerde ‘Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir’ (Elmalılı Hamdi Yazır meâl ve tefsiri) tarzında ifade edilmiş. Bu tarz bir ifade ise çoğu kez daha farklı bir şekilde anlaşılmaktadır. Sanki ‘insanın işlediği günahları iyiliklere çevriliyor, yani günahları silinip yerine iyilikler veriliyor’ şeklinde düşünülmektedir.

Halbuki bu âyet-i kerime Risâle-i Nur’da çok daha farklı bir anlam ifade edecek şekilde tefsir edilmektedir:

“Elhâsıl: Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat, icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir hâneyi bir günde harab eder; yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfîk-ı İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit ‘Yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât’ (Furkan Sûresi: 70) sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder; ahsen-i takvîm kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.” (Sözler, s. 290)

Mezkur ifadede, âyette geçen kötülüklerin iyiliklere değişmesi konusu ‘nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder’ tarzında tefsir edilmiş. Buraya dikkat lâzım. Zira çok mühim bir fark ortaya konuyor. Yani siz yüzlerce kötülük işlediniz, tövbe ettiğiniz zaman bu yüz kötülüğünüz yüz iyiliğe değişmiyor. Bir başka deyişle yüz kötülük yerine yüz iyilik yazılmıyor. Ya ne yapılıyor? O yüz kötülüğü işlediğiniz kabiliyetinizle, iyilik işlemeye başlıyorsunuz. Tebdil mânâsı burada işlemeye başlıyor.

Şöyle ki:

İnsanın en çok günaha girdiği kabiliyetlerden birisi dilidir. Yani insan ona kızar, buna söver, onu incitir, bunu taciz eder, hakaret eder, kötü sözler söyler durur. Dil ile yüzlerce günah işlemek mümkün. Şayet tövbe ederse, ‘Bir daha dilim ile günah işlemeyeceğim’ diye söz verirse, bu sefer dil hayır işlemeye başlar. Ona buna kızmaz, dilinde Allah’ın zikri olur, her daim lisanı Kur’ân okur. Hakkı söyler, salâvat getirir, insanlara karşı daha kibar ve nazik olur. İşte o zaman Allah dilin kötülük işleme kabiliyetini iyilik işleme kabiliyetine tebdil eder.

Aynı şekilde elimiz de öyledir. El ile insan hırsızlık da yapar, sadaka ve hayır da verir. Katillik de yapar, can da kurtarır. İşte insan eli ile kötülük ve zulüm yaparken tövbe ederse, Cenâb-ı Hak onun kötülük işleme kabiliyetini iyilik işlemeye döndürür. İnsandaki tüm kabiliyetlerin kötülük işlemekten iyiliğe yönlenmesi âyetin hakiki bir tefsiri olmaktadır. Yoksa adam yetmiş yaşına kadar kötülük yapmış, sonra tövbe etmişse (elbette Allah rahmetiyle—kul hakkı hariç—geçmiş günahlarını affedebilir, ancak) tüm bu kötülüklerinin yerine hasenât veriliyor mânâsında anlaşılmaması gerek. Yoksa ciddi bir adaletsizlik ortaya çıkar.

İkinci âyet ise Lokman Sûresi’nin 25. âyetidir:

Meâl-i şerifi: “And olsun ki, onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.”

İşte bu âyet-i kerime bazen farklı bir şekilde anlaşılmakta. Sanki mutlak olarak tüm insanlara sorsan “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye, hepsi ‘Allah’ diyecekler gibi bir mânâ ortaya çıkıyor. Halbuki bir çok kâfir-i mutlak böyle söylemiyor. Öyle kâinatı Allah yarattı da demiyor. Küfr-ü mutlakında inat ediyor.

Peki, âyette geçen mânâyı nasıl anlayacağız?

Aşağıdaki ifade sorumuza cevap veriyor:

“Yirmi İkinci Sözde katî ispat edilmiş ki, bütün mevcudât, bütün zerrât, bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü’l-Vücudun ve Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna birer bürhan-ı neyyirdir; bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, Onun vahdâniyetine birer delil-i katîdir. Kur’ân-ı Hakîm, hadsiz bürhanlarında ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir bürhanları daha ziyâde zikreder. ‘And olsun ki, onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.’ (Lokman Sûresi: 25.) ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir’ (Rum Sûresi: 22.) gibi pekçok âyâtla, Kur’ân-ı Hakîm, hilkat-i arz ve semâvâtı, vahdâniyete bedâhet derecesinde bir bürhan gösteriyor ki, ister istemez zîşuur olan her adam, hilkat-i arz ve semâvâtta, bizzarûre Hàlık-ı Zülcelâlini tasdik etmeye mecburdur ki, ‘Allah derler’ der.” (Sözler, s. 554)

İşte âyet-i kerimenin hakikatli tefsiri bu.

İfadeye göre Allah, kâinatta varlık ve birliğine işaret eden öyle güçlü, öyle açık, öyle net, öyle harika deliller yaratmış ki, aklı başında olan, şuur ve hissi hakka açık olan, mantık ve düşüncesi doğru karar verebilen her insan ‘Kâinatın yaratıcısı kim?’ dendiğinde ister istemez Allah demek zorundadır. Yoksa göz önündeki binlerce parlak delil onu tekzip edecektir.

Demek ki âyette geçen ‘ister istemez Allah demeleri’, kâinattaki delillerin ne kadar makul, ne kadar güçlü, ne kadar açık ve net olduğuna işaret etmekte. Yoksa her insanın kabul etmek zorunda kalacağına değil. İşte Risâle-i Nur mühim bir farkı ortaya koyuyor. Âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikati tam olarak tefsir ediyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*