İki melek

Duâları kabul oldu, yıllardır beklenen o an geldi…

Nihayet onlar da yeryüzüne ineceklerdi.

Dünyayı çok merak ediyorlardı.

Melekler arasında çok konuşulan, adı çokça geçen şu dünya denilen misafirhaneye inmek izni, onlara da çıkmıştı. Oralarda nelerin olup bittiğini gezip göreceklerdi.

Yalnız bir şartla…

Dünyaya indiklerinde, her şeyin iyisine bakacaklardı. Çirkin, pis ve kötü şeylere bakmayacaklar, onlarla asla ilgilenmeyeceklerdi. Bu emir ile yollar açıldı kendilerine ve bir anda arzularının gerçekleştiğini gördüler. İşte, dünyadaydılar.

Zaman, mesafe nedir ki onlar için? Yalnız izinsiz gidemezlerdi, bir yere izinsiz girip çıkamazlardı. O kadar istiyorlardı ki melekler arasında adı geçen şu dünyayı görmeyi… Uzaktan bakıldığında bir yok hükmündeki, âdeta bir küçücük toz zerresi gibi olan şu dünyayı görmeyi çok istiyorlardı. İşte dünyadaydılar. Duâları kabul bulmuş, emellerine kavuşmuşlardı…

Şunu gayet iyi biliyorlardı ki, dünyanın dışında hiçbir yerde patırtı yoktu; Allah’a isyan ve itaatsizlik söz konusu değildi. Şu küçücük dünyada şu küçücük insanların Allah’ı tanımamaları, emirlerini dinlememeleri ne demekti? Nasıl oluyordu bu? Nedendi, niçindi huzur içinde yaşamak varken, burada yaşayan insanların birbirleriyle boğuşmaları, didişmeleri? Meleklerin hâlini melek olmayan bilemeyeceği gibi, insanların hâlini de insan olmayan bilemezdi…

Burası sırlı bir noktaydı.
Neydi o?
***
Rabbimiz bilinmek istedi ve varlık âleminin ilk tohumunu yarattı. Bu tohum ise nur-u Muhammedî (asm) idi. Büyükleri küçüklerde cem etmek, küçüklerden büyükleri çıkarmak, O’nun kemâlindendi. Cemâl ve kemâlini göstermek için bütün varlık âlemini bir şifrede topladı, o şifre de nur-u Muhammedî (asm) idi.

Bir ismi de Nur olan Rabbimizin bütün isimleri, bütün sıfatları nuranî. O’nun ilmi de nur; kudreti de, iradesi de nur; görmesi, işitmesi de nur. Rabbimiz bu nuranî sıfatlarını ve isimlerini varlık âleminde tecelli ettirmek istedi ve bütün tecellilere çekirdek olacak bir mahiyet yarattı. O çekirdek de nur-u Muhammedî (asm) idi. Başta ruhlar ve melekler âlemi ve en sonunda gördüğümüz şu cisimler âlemi hep o çekirdekten sümbüllendiler. Açılıp yayıldılar, büyüyüp geliştiler. Hepsinde ayrı ayrı İlâhî isimler tecelli etti. Kim, nerde olması gerekiyorsa orada oldu Yaratanın izniyle. Dünya kıyamete kadar durmayacak. Güneş aralıksız yanacak. Ay da Dünya’nın peşini bırakmayacaktı. Çizilen rota, konulan kanun buydu. Onların tabiatı, onların huyu değildi; Allah’ın kanunuydu bu. Neyi, nerede, nasıl yaratacağını sadece O bilirdi ve O tayin ederdi.

Bir noktanın koordinatları belirlenmişse, grafikte alacağı yer de belli demektir. Bütün varlıklar iki eksene bağlı: Zaman ve mekân. Her birinin hangi zaman ve hangi mekânda yaratılacağı belirlenmiş. Bunlar içerisinde insan ayrı bir ihsana mazhar…

Balık için yüzmeyi, örümcek için ağ örmeyi O dilemiştir. Atın işi koşmak, koyunun otlamak, devenin yük taşımak, bülbülün şakımak… Bunların dışına çıkmaya kimse güç yetiremez. Bu kanuna her şey dâhil.

Ama insan öyle değil. Ona cüz’î bir irade verilmiş. Elinden iğne de çıkabiliyor, füze de. Fikrinden nice farklı kitaplar, düşünceler de fırlıyor. İşte, irade denilen büyük bir nimet ile ya da çok büyük bir imtihan ile dünyaya gönderilmiş.

Cenâb-ı Hak, irade sahibi bir mahlûk yaratmayı ve ona, kendi iradesini hangi yönde kullanırsa o sahada önünü açmayı, hayır olsun şer olsun, o ne dilerse onu yaratmayı irade buyurmuştur. İşte, insanın, isyan etmekle şu imtihan dünyasında Allah’ın istek ve arzularının dışına taşmakla kendisine verilen cüz’î irade imtihanını kaybetmek ya da kazanmak dâvâsı başına açılmıştır.
***
Onun için patırtı gürültü burada, bu dünyadaydı işte. Dünyanın sırrı da buydu.
İnsan, cin, şeytan buradaydı. Onun için imtihanın da en dehşetlisi buradaydı.

Bunun için iki yol açılıyordu bu dünyada yaşayanların önüne: Ya ebedî mutluluk diyarı olan cennete gidiyordu bu yol ya da ebedî azap diyarı olan cehenneme… Cennet ve cehennemin mahsulâtı bu dünyadan gönderiliyordu. Bu küçük dünya onun için küçük değil, büyüktü. Uzaktan baktıklarında bir toz zerresi bile değildi, ama içine girince öyle olmadığını anladılar hemen.

O kadar güzel sözlü varlıklar yaratılmıştı ki, onları hayran hayran izlemekten kendilerini alamadılar. Başka hiçbir yerde görmedikleri güzellikleri burada gördüler. Her bir çiçek, her bir meyve, göklerde süzülen her bir kuş, yerde gezen, dolaşan her bir hayvanın hâlini, vaziyetini yakından temaşa edip gördükçe; “Görmek, işitmek gibi değilmiş” dediler… Bu küçücük dünyanın içindeki işlerin ne kadar harika, ne kadar büyük olduğunu gördüler. Rablerine hamd ettiler. İnsanların burada nasıl bir acîb imtihandan geçtiklerine cidden hayret ettiler.

Bu dünyada insanların işinin zor olduğunu anladılar. Kolay değildi bu imtihandan başarıyla çıkmak. Ancak yol haritasını çizen, Kur’ân denilen kitap ile, insanlara her asırda rehberlik eden Hz. Peygamber’in (asm) varlığını düşünerek teselli buldular.

İnsanların dünyada işi hem zordu, hem de kolaydı.

Öğrenci, öğretmeninin sözünü dinlerse sınıfını geçiyor, bilgi sahibi oluyordu. Dinlemeyen ise cehalet içinde kalıyordu. İşte, dünya ve içindekilerin de mahiyeti buydu. Bunu yakînen müşahede ettiler.
***
İki meleğin dünyaya geldiği zaman, Ramazan ayıydı, ibadet mevsimiydi.

Bir gece yarısı, dört kişinin yaşadığı küçük bir eve misafir oldular. Kimse görmedi onları. Yedi – sekiz yaşındaki güzel bir kız çocuğunun sahura kalktığını gördüler. Nurdan elleriyle başını okşadılar, ona duâ ettiler. Çocuk bunu bilmedi, ama içinde bir kuvvet hissetti ve ilk orucunu tuttu o gün. Sonra sofradaki diğer çocuğa yöneldiler. Orucunu hiç bırakmadan tutan ağabeyine… Onun da başını okşayıp, duâ ettiler. Hayret, üç beş saat bir şey yemeden duramayan bu çocuklar, on yedi saat aç kalacaklardı. Ne bir yudum su, ne bir parça lokma… Oruç ibadetinin ne kadar değerli olduğunu, Allah’ın emrini tutmanın ne kadar yüce olduğunu düşündüler. Bu manevî zevki bu küçük evde onlar farkında olmadan beraber yaşadılar. Onlara duâ edip oradan altın sarısı toz bulutu bırakıp ayrıldılar. Hiç silinmesin istedikleri bir işaret bıraktılar geriye. Kendilerinden sonra gelecek olan melekler burayı kolay bulsunlar diye…

Kendilerinde nefis olmadığı için, bu zorlu nefislerini yenerek Allah’ın dâvetine uyan, bu mücadeleyi veren insanlara hayran kaldılar. İçten ve dıştan, nefis ve şeytan engeline rağmen, doğru bir çizgide hayatlarını sürdürmeye çalışan, kulluk çizgisinin dışına taşmadan düz bir yolda (sırat-ı müstakimde) yürümeye çalışan insanlara muhabbetleri bir kat daha arttı.

Işık yanan evleri ışık hızıyla dolaştılar.

Bir ihtiyarın evine misafir oldular. Aman Allah’ım… O manzara neydi öyle? Sofrasında sadece birkaç zeytin, birkaç hurma, bir dilim ekmek ve bir bardak su… Sabahtan akşama kadar bununla mı aç kalacaklardı? Doğrusu bu hâle şaştılar. Sofrada ihtiyarın dilinden dökülen şükür duâsına onlar da “âmin” dediler. İhtiyarın gözbebeğinden kâinatı seyrettiler. Kolaylık ve sabır dilediler. Oradan da bir altın sarısı toz bulutu bırakıp geçtiler.

Evet, her bir evden yükselen bu neşe dolu sesler, can-ı gönülden yapılan bu ibadetler onları hayrette bıraktı. İçeriden nefislerinin, dışarıdan şeytanın engel olmaya çalışmasına rağmen, Rablerinin kendilerine gösterdiği çizgide hayatlarını sürdürmelerine cidden şaştılar. Bir kat daha muhabbetleri arttı Allah’ın mü’min kullarına. “Biz onların yerinde olsaydık, acaba ne olurdu hâlimiz?” diye düşünmeye başladı meleklerden biri. “Dünya göründüğü gibi değilmiş, bu imtihanı kazanmak kolay değilmiş” dediler.

Gerçekten de haklıydılar. Bu dünyada zıp zıp yerinde durmayan, haram helâl demeden olur olmaz her şeye el atan, yaratılış gayesini unutan birçok insan da vardı. Ama verdikleri sözü hatırladılar. Dünyada her şeyin iyisine bakacaklardı. Onların arasında olmaya çalışacaklardı.

Kolay değildi bir insanın bu dünyadaki işi. Hem de hiç kolay değildi. Bunu yakından gördüler. Bir günlük izinleri vardı. Dünyanın hâlini gezip görecekler ve gördüklerini de rapor edeceklerdi diğer vazifeli meleklere. Onlar da durumu Rabbimize arz edeceklerdi.

Yaz günüydü… Ortalık kavruluyordu. Bir çiftçinin, tarlasının hemen yanı başında oruçlu hâliyle çocuğuyla birlikte namaz kılışını seyrettiler. Tarlalardan fışkıran berekete duâlarını döktüler.

“Ey Allah’ın emrini tutan mübarek insanlar… Dünyayı güzelleştiren insanlar… Ömrünüz, gününüz dert görmesin. Bereketsiz bir anınız geçmesin inşaallah…” dediler. Onlara melek duâları ettiler. O güne kadar hiç görülmedik duâlar…

Bir annenin çocuğuna şefkatle eğilişini gördüler. Bütün annelerdeki o sonsuz şefkat ve rahmetin tecellisine şahit oldular. Nasıl bir ilgiydi bu? Anlayamadılar pek, ama hissettiler… Nasıl bir tahammül, nasıl bir sabırdı bu? Anlayamadılar, ama takdir ettiler. Bu dünya gerçekten melekler arasında bahsi geçecek kadar önemliymiş. Bir toz zerresi olsa da, kâinatın çekirdeğiymiş diye tasdik ettiler. İnsanlara yardım etmek, duâ etmek arzuları coştu… Dünyaya olan sevgileri ve içindeki mü’min kullara olan muhabbetleri arttı.

Artık dönme vakti yaklaşmıştı. Minarelerden yükselen ezan seslerini duydular. Dünyadaki bütün mü’minlerin yüzünü bir sevincin kapladığını gördüler. Işıl ışıldı, pırıl pırıldı minareler… Bütün bir şehrin, bütün bir memleketin üstüne nazar ettiler. Melekçe duâlar ettiler… Bu güzel manzaranın ve dayanışmanın hiç bozulmadan devamını dilediler Rabbimizden ve dünyadaki insanların, mü’min kulların hayırlısıyla bu imtihanı kazanıp ebedî saadetin yollarını tutmalarına duâcı oldular…

Dünyadan unutamadıkları bir şey vardı o gün. Bir çocuğun ilk defa namaza başlamasıydı bu, bir çocuğun ilk defa oruç tutuşuydu, bir çocuğun ilk defa Kur’ân okumaya başlamasıydı. Bunlar unutulmaz hatıralarının en başköşesinde yer alacaktı meleklerin.

En az oruç kadar nefse ağır gelen bir şey daha vardı. Malının zekâtını vermek. Onu da yakından gördüler. Yarışıyordu insanlar darda kalan kardeşlerinin imdadına koşmaya. İyilikte yarışıyorlardı. Bunu da dünyadan unutulmaz hatıralar arasına kaydettiler.

Burası dünya değil adeta bir fedakârlıklar memleketiydi. Mü’min olmanın, Allah’ın emirlerini tutmanın ve bunu irade imtihanı içerisinde başarmanın hem ne kadar zor, hem ne kadar şerefli olduğunu gördüler. Ve insanın yaratılış gayesini bir kere daha anladılar ve Rablerine duâ ettiler:

“Subhâneke lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ inneke ente’l-alîmu-l hakîm.”

(Seni her türlü noksandan yüce tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen ve her şeyi hikmetle yapan Sensin.) (Bakara: 32)

Bu güzel yolculuğun bitmesini hiç istemiyorlardı, ama izinleri bu kadardı. Dönme vakti gelmişti. Duâları, düşünceleri ve duyguları dünyada kaldı. Tekrar dönmek üzere ayrılıyorlardı… Kim bilir, belki en kısa zamanda bir izin daha çıkar, dünyaya bir daha gelip bir daha onların arasında olurlardı. Kim bilir… Allah izin verirse neden olmasındı ki?
***
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*