İki Said’in içtihad farkı

1947 tanzimli sahih Asâ-yı Mûsâ

Dün Osmanlıca belgesini sunduğumuz bir “tarihî hakikat”in bugün Latince belgesini takdim ediyoruz.

Açıkça görüldüğü gibi, bu her iki belgenin üzerinde de Üstad Bediüzzaman’ın imzası bulunuyor.

Sizlerin istifadesine sunduğumuz bu vesikalar, 1946 ve 1947 senelerinde İnebolu’da hem Omanlıca, hem de Latince olarak teksir edilen Asâ-yı Mûsâ nüshalarında yer alıyor. (Bu nüshaların orijinali arşivimizde de mevcut.)

Vâki suâllere, yahut muhtemel itirazlara cevaben ifade edelim ki, Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat kendisi bir mektubunda bu Asâ-yı Mûsâ nüshalarından takdirle ve kemâl-i sitayişle bahsediyor.

İşte, bu gerçeğin delil ve ispatı: “Size gönderdiğim Asâ-yı Mûsâ’nın lûgatnâmesini hasta olduğu halde çok güzel ve âlimâne yazan, lûgatnâmenin başında güzel bir fıkra derceden ve bana da ayrı mektup yazan Risâle-i Nur’un serkâtibi Mehmed Feyzi’nin, oraca çok müşkilat ve manialara rağmen harika sadâkatini ve Nur’lara fâik alâkasını, sarsılmadan imâna hizmetini bir kaç cihette yapması gösteriyor ki…” (Emirdağ Lâhikası, s. 196)

Evet, dün ve bugün belgelerini konuşturarak sözünü ettiğimiz teksir nüsha Asâ-yı Mûsâ, Üstad Bediüzzaman’ın işte bu mektubuyla bahsettiği imzalı nüshanın tâ kendisidir. Dolayısıyla, bizim buradan aldığımız vesikalar, hiç kimsenin aklen, mantıken, vicdânen red veya inkâr edemeyeceği kat’î bir delil, bir hüccet, bir bürhan mahiyetini taşıyor.

Tartışma götürmez bu delil ve hüccet karşısında—aklı başında olanlar—eğer nasibi varsa ikna olur; nasibi olmayanlar ise, ya susup ilzam olur, ya da beş para etmez değersiz cümlelerle bütün söyledikleri havada kalmaya mahkûm olur.

Lûgatçe ruhsatı

Üstad Bediüzzaman’a ait yukarıdaki paragraf dikkatle okunduğunda görülüyor ki, takdirkâr ifadelerle “lûgatnâme”den  bahs edilerek, burada ayrıca “lûgatçe”ye de izin/ruhsat veriliyor.

İşte, bu noktadaki tereddütleri de izâle etmek maksadıyla, “Şeyh Said Hadisesi”yle ilgili olarak takdim ettiğimiz tam sayfa (resmini gördüğünüz 275. sayfa) belgenin alt kısmına, söz konusu “lûgatnâme”nin (T) harfine ait bir sayfanın küçük bir belgesini daha derc etmiş olduk.
(Kısmet olursa “lûgatçe” konusunu bir başka yazıda ele almak arzusundayız.)

Bu belgelere itibar etmeyenin maksadı ne?

Gerek bize gelen, gerekse bizim ulaştırğımız bazı bilgilerden anlaşılıyor ki: Şeyh Said Hadisesinden isim vererek bahseden ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu hadise karşısındaki tavrına netlik kazandıran 1946-47 tarihli teksir Asâ-yı Mûsâ nüshalarına itibar etmeyenler, buradaki vesikaları muteber bulmayanlar var.

Meselâ, diyorlar ki: O tarihteki teksir Asâ-yı Mûsâ nüshalarında madem ki böyle bir mektuba yer verilmiş, o halde sonradan niye çıkarıldı ve şimdi niye yok?

Bu noktada hayret verici bir tuhaflıkla karşı karşıya geliyoruz.

Bir taraftan alabildiğine riskli, iddialı ve bir o kadar da vebâl altına sokacak bir konuya bodoslamasına dalacaksın, sonra da tutup düz bir mantıkla işin içinden sıyrılmaya çalışacaksın.

Ey azizler! Mesele, bu derece basit ve yavan değildir ve olamaz da…

Zira, Risâle-i Nur’un tarihçesini az buçuk araştırıp öğrenen hemen herkes bilir ki: Başta Sözler mecmuası, hatta Küçük Sözler olmak üzere, Külliyata dahil hemen bütün Risâlelerin tertip ve tanzim şekli zaman içinde değişikliğe uğraya gelmiştir.

Meselâ, işte size Küçük Sözler’e dair Hz. Üstad’ın kendi ifadeleri: “…Vaktiyle, sekiz âyetten istifade ettiğim ‘Sekiz Söz’ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” (Birinci Söz’ün mukaddimesi.)

Demek ki, biraz uzunca olan “sekiz hikâyecik”, son tanzim/tertipte kısaltılarak Sözler’e dahil edilmiş. Kezâ, Münâzarât, Divân-ı Harb-i Örfî, Beşinci Şuâ, Hanımlar Risâlesi, Sirâcinnur, Zülfikâr, Tılsımlar Mecmuası, Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi risâlelerin tertip ve tanzim şekli de belki mükerreren değişikliğe uğramıştır.

Bu tertip değişliği de Hz. Üstad’ın bilgisi ve izni dairesinde olmuş ve olmaktadır.

İşte, asıl konumuz olan Asâ-yı Mûsâ’nın zaman içinde değişen tertip ve tanzimi de aynen böyle olmuştur.

Hem öyle hacimli bir tertip değişikliği yapılmış ki, 1947 teksir nüshası ile 1957’den sonraki matbu nüshasını mukayese ettiğinizde hayretler içinde kalırsınız.

Dolayısıyla, Asâ-yı Mûsâ’nın 46-47 tarihli teksir nüshasında derc edilen sadece İnebolulu Selahaddin Çelebi’nin “Şeyh Said”e dair söz konusu mektubu değil, Hz. Üstad’ın takdirle yâd ettiği “lûgatnâme” kısmı da çıkartılarak yeniden tertip edildi. Tertip-tanzim şekli değişince, haliyle eski lûgatçe de kullanılamaz olur.
* * *
Öte yandan, bir önceki bölümde kısmen neşrettiğimiz İnebolu’lu Nur Talebelerinden Selahaddin Çelebi’nin “Üstadımızın tercüme–i haline kısacık bir nazar” başlıklı mektubunda bahsetmiş olduğu Şeyh Said’in “yardım” talebine mukabil Üstad Bediüzzaman’ın verdiği cevabın muhtevası, Tarihçe-i Hayat’ın Barla bölümünde özet halinde aynen yer verilmiş durumda: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir.” (Tarihçe–i Hayat, s. 135)

Şimdi bazıları çıkıp diyor ki: “Efendim, burada tasrih yok. İsim belirtilmemiş. Bu mektup 1925’te Şeyh Said’e değil, 1913’te Şeyh Selim’e hitaben yazılmış…”

El-insaf yâhû! Bu her iki zâtın da içtihadı ve hareketi aynı yönde, aynı tarzda değil mi?

Kezâ, bütün hayatında “müsbet hareket” metodunu tatbik eden ve bundan zerrece inhiraf etmeyen ve edilmemesini talebelerine ders veren Hz. Bediüzzaman da aynı Bediüzzaman değil mi?

Üstad Bediüzzaman, ikisi de kıyama kalkışan Şeyh Selim’e ayrı, Şeyh Said’e ayrı cevaplar mı veriyor?

Burada şahıslar mı önemli, yoksa düstûrlar mı? Kezâ, Üstad Bediüzzaman, şahıs hatırına veya hadiseler karşısında “Kur’ân bizi maddî cihaddan men’ ediyor” gibi temel prensiplerini ihlâl veya inkâr manasına gelecek bir davranışta bulundu mu, yahut bulunur mu hiç?

İşte, bütün bu hatırlatmalardan sonra, şunu sormak durumundayız: Orta yerde bulunan bunca bilgi ve belge bir yana, Hz. Bediüzzaman’ın hayatının hiçbir devresinde görünmeyen, rastlanılmayan bir fikriyatı, yahut bir hareketi tutup ona mal etmeye çalışmadaki asıl gaye nedir? Sahi, niçin Bediüzzaman Hazretleri bir “menfî hareket”e ısrarla bulaştırılmaya çalışılıyor?

Bu iki muhterem zâtın aynı dine mensup olması, aynı dâvâ uğrunda hayatlarını fedâ etmesi, aynı içtihada sahip oldukları veya aynı mücadele metodunu benimsedikleri anlamına gelmiyor.

İşte biz hasseten bu noktayı tebârüz ettirmeye çalışıyoruz. İhtiyaca binâen, bu yöndeki tahşidatımız devam edecek.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Türklerde cikan alimler kimlerdir ögrenmek istiyoruz?Gercekten kökeni türk olan alim varmi?Allah askina isimler yazin.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*