İmam-ı Rabbanî ile Said Nursî arasında çok benzerlikler var

Yarın İstanbul Haliç Kongre Merkezinde açılışı yapılacak “Uluslararası İmam-ı Rabbanî Sempozyumu” öncesinde, arkadaşımız Melek Şafak, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Ali Namlı ile İmam-ı Rabbanî Hazretlerini konuştu.

Yard. Doç. Dr. Ali Namlı: İmâm-ı Rabbânî, dinin yozlaştırılmasınaset olmuştur

Yarın İstanbul Haliç Kongre Merkezinde açılışı yapılacak “Uluslararası İmam-ı Rabbani Sempozyumu” çerçevesinde, İmam-ı Rabbani Hazretlerine dair Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Ali Namlı ile konuştuk.

Konumuz İmâm-ı Rabbânî’yi anmak, anlamak. Buna dair bir sempozyum düzenleniyor. Başlangıç olarak sempozyumdan biraz bahsedebilir miyiz?

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hakikaten çok önemli bir sima, önemli bir zat. Gerek yaşadığı dönemde gerekse daha sonraki dönemlerde başta Hindistan olmak üzere bütün İslâm âlemine ve Anadolu topraklarına tesiri nüfuzu oldukça fazla olmuş. Özellikle ‘Mektubat’ adlı eseri çok önemlidir. Bizde de çok okunmuş, incelenmiş ve istifade edilmiştir bu eserinden. Gerek din anlayışımızda ve daha da özelde tasavvuf anlayışımızda İmâm-ı Rabbânî’nin çok büyük tesirleri var. Genel mânâda İmâm-ı Rabbânî’nin dine ve tasavvufa çok büyük hizmetleri ve katkıları olmuştur. Bundan dolayıdır ki kendisine “Müceddid” ismi verilmiş.

İmâm-ı Rabbânî’yi tanıyabilir miyiz, kimdir İmâm-ı Rabbânî? Kendisi için kullanılan “Müceddid-i Elf-i Sânî” ifadesinin anlamı nedir?

Aslında “İmâm-ı Rabbânî” diye tanınmıştır, ama gerçek adı Ahmed el-Farukî es-Sirhindî’dir. Hindistan’da (M: 1564-H: 971) yılında Sirhind’de dünyaya gelmiştir. Ömrünün yaklaşık yirmi dokuz yılı hicretin onuncu asrında, geri kalan otuz dört yılı da hicrî on birinci asırda, yani hicrî ikinci binin başında geçmiştir.

Kendisine “Müceddid-i Elf-i Sânî” unvanı da verilmiştir. “Elf” Arapçada ‘bin’ demektir. “Elf-i Sânî” ise ikinci bin demektir. Anlam olarak ise “İkinci bin yılın müceddidi” demektir “Müceddid-i Elf-i Sânî”. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadislerinde “Allah (cc) bu ümmete her asrın, her yüzyılın başında dinini yenileyecek, tecdid edecek birini gönderecektir/gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)

Soyu Hz. Ömer’e (ra) dayandığı için kendisi için “el-Farukî” nisbesi de kullanılmıştır. Dinin hükümlerini muhafaza konusundaki gayreti, şiddeti ve celâli nedeniyle meşreb olarak da Hz. Ömer’e benzetilebilir.

“İmâm-ı Rabbânî”nin anlamına gelince; imam, önder ve rehber anlamında kullanılmıştır. ‘Rabbânî’ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde geçer. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri ‘Ruhu’l-Beyan’ isimli tasavvufî tefsirinde ‘Rabbânî’ ifadesini “İlim ve ameli tam, Allah’ın dinine ve itaate çok sıkı sarılan kimse” olarak ifade ediyor. Bir bakıma “Allah adamı” demektir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri gerek zahiri, gerekse tasavvufî ilimlerde hakikaten “Zülcenaheyn”, yani ‘çift kanat’ sahibidir. Kur’ân, sünnet, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi zahirî ilimlerin yanı sıra tasavvuf deryasına da dalmış büyük bir Allah (cc) dostudur. İnsanın kemâle yükselebilmesi için de bu iki kanada ihtiyacı var demek ki.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri nerede yetişmiştir ve nasıl bir hayat sürmüştür?

Babası Abdülehad da tasavvuf ehli bir kimsedir. Kadiriyye ve Çiştiyye tasavvuf yollarından icazetli bir zattır. İmâm-ı Rabbânî Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş ve ilk ilmini babasından almıştır. Sonrasında Siyalkut’a gidiyor ve on yedi yaşında zahiri ilimleri tamamlamış olarak babasının yanına dönüyor. On sekiz yirmi yaşlarında Babürlülerin hâkim olduğu bir dönemde, başşehir Agra’ya ilmini tamamlamış bir âlim olarak gidiyor. Ekber Şah dönemidir bu dönemler. Ekber Şah, Moğol soyundan Babürlülerden bir kişidir. Fazla dinî bilgisi olmayan, önceleri dindar bir çizgide iken daha sonra etrafındaki bir takım âlim ve bürokratların yönlendirmesiyle çizgisini bozan, yanlış ve bid’at düşüncelere sapan bir kimsedir. İmâm-ı Rabbânî’nin Agra’ya genç yaşta bir âlim olarak gittiği sıralarda Ebü’l-Fazl Allamî -Ekber Şah’ın önde gelen bürokratlarından ve kendisini yanlış yollara sevk eden kimselerden biridir – peygamberliğin önemsizliğine, gereksizliğine dair bir takım görüş ve düşünceler yaymaya çalışıyor. Hatta Peygamber Efendimizin (asm) gelişinin üzerinden bin yıl geçmiş olduğu için artık onun peygamberlik süresinin sona erdiği ve yeni bir dinin, yeni bir anlayışın ortaya koyulması gerektiği gibi, muharref ve bâtıl düşünceler yayılmaya başlıyor. Filozofların Peygamberlerden önde geldiği düşüncesine kadar varıyor bu akım. Bunun üzerine yirmili yaşlarında bir âlim olan İmâm-ı Rabbânî bu akımları reddetmek için İsbâtü’n-nübüvve adında bir eser yazıyor. Özellikle İmam Gazâlî’nin el-Münkızu mine’d-dalâl adlı eserinde de benzer konulara temas edilir ve İmam Gazâlî filozofların da peygamberlerden istifade ettiğini belirtir. Çünkü İslâm inancına göre ilk insan ilk peygamberdir. Hz. Adem (as) ile peygamberlik de başlamıştır. İnsanlar yolunu şaşırdıkça Allah (cc) peygamberler göndererek dinini tecdid etmiş/yenilemiştir.

Daha sonraları ise bir başka problem! Meşhed Şiî âlimlerinden Rüstemdârî diye bir zat Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Âişe gibi bazı sahabeleri eleştiren bir eser yazıyor. Yine genç âlimimiz İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bunu da reddetmek için Redd-i Revâfız ya da Te’yîd-i Ehli’s-sünne adında bir eser yazıyor. Bunlar üzerinde ayrıca konuşmak lâzım, çünkü çok önemli meseleler bunlar.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, İslâm dini adına tahrifat yapılmak istenilen noktalarla mücadele etmiştir, öyle değil mi?

İlk olarak İslâm’ı tamamen yozlaştırma, sembolik hale getirme akımı olan Ekber Şah’ın döneminde -iki döneme ayrılabilir Ekber Şah’ın dönemi- özellikle ikinci döneminde etrafındaki adamların da -kendisinin çok fazla dini bilgisi yoktu- yönlendirmesi ile “Dîn-i İlâhî” adında Yahudilik, Hırıstiyanlık, Hinduizm, Budizm, Ateşperestlik, Mecusilik gibi dinlerin hepsinden bir şeyler alıp kendilerince bir din oluşturmaya, adete kendisini de yarı tanrı haline sokmaya çalışan bir anlayış hâkim. Ateşe tapmak, güneşe tapmak, domuzu kutsal saymak, İslâm’ın esaslarıyla, peygamberlerle, ibadetlerle alay edilip hafife alındığı bir din anlayışı ile mücadele etmiştir İmâm-ı Rabbânî. Çok büyük bir mücadeleye girişmiş olmasından dolayı babası muhtemelen başına bir iş gelecek endişesi ile Agra’ya gelip İmâm-ı Rabbânî’yi Sirhind’e götürüyor.

Sirhind’e dönünce Kadiriyye ve Çiştiyye yollarından babasına intisap etmek sureti ile tasavvufî hayatı başlıyor. İmâm-ı Rabbânî’nin babası vefatından (M. 1599 – H. 1007) kısa bir süre önce bu iki tasavvuf yolundan ona icazet veriyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî tasavvufî açıdan kendisini yeterli görmediği için başkalarını tasavvufî olarak irşaddan geri duruyor. (H. 1008) yılında hacca gitmek niyeti ile yola çıkıyor ve Delhi’ye geliyor. Delhi’ye ulaştığında Nakşibendiye yolunun önemli temsilcilerinden Bâkî Billah’ın (ks) ismini duyuyor ve onun sohbetine katılıyor. Bâkî Billah (ks) daha önce Hindistan’a gitmesine ve orada büyük bir insanın manen yetişmesine işaret eden bir rüya görmüş ve bunun üzerine Hindistan’a gelmiştir. İşte İmâm-ı Rabbânî’yi görünce orada bulunma nedeninin o olduğunu anlıyor ve “Bugün ağımıza bir şahin” düştü diyor. Bu sıralarda bir dostuna yazdığı mektubunda İmâm-ı Rabbânî’yi şöyle anlatıyor: “Sirhind’den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün yanımızda oturup kalktı. Ondan çok ilginç haller müşâhede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir kandil olacak.”

Mürşid müridi için söylüyor bunu! İlerleyen dönemlerde Nakşibendiyye yolunun icazetini veriyor kendisine Bâkî Billah (ks). Sirhind’e döndükten sonra Nakşibendiyye usûlüne göre insanları irşad ve terbiye etmeye başlıyor. Bu dönemde de gerek kendine bağlı olan müridlere, âlimlere, devlet ricaline ve diğer insanlara birçok mektuplar yazıp onları irşad etmiş, yönlendirmiş, çok büyük hizmetler yapmıştır.

Günümüz insanları olarak bizler İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine nasıl bakmalıyız ve onu nasıl anlamalıyız?

İmâm-ı Rabbânî dinin zâhiriyle bâtınını, fetva ile takvâyı, ruhsat ile azimeti şeriat-tarikat-marifet-hakikatini dengelemeye çalışarak bu hükümleri hafife alan sufiler ile mücadele etmiştir. “Kıyamet gününde Allah (cc) insanlara dinin şer’i hükümlerini soracak, tasavvuftan değil!” demiş. Yine “Tasavvuf, hakikat, tarikat, şeraitin hizmetindendir” demiş. Ehl-i Sünnet inancına göre inancı düzeltmenin ve fıkhı öğrenmenin, dînin zâhirî ve batınî hükümlerini öğrenmenin önemi üzerinde durmuş ve tasavvufun bundan sonra geleceğini ifade etmiştir. Bid’atlarla mücadele etmiş ve her bir bid’atin bir sünneti, dindeki bir esası ortadan kaldırdığını ifade ederek bid’at ve hurafeler ile mücadele etmiştir. Tasavvufun sadece bir köşeye çekilmek değil, insanlara hizmet etmek olduğunu söylemiştir. Dinin de özünde bu vardır. Dini “Allah’ın emrine tazim, saygı göstermek ve Allah’ın yarattıklarına şefkat göstermektir.” diye tarif eder İslâm âlimleri. Dolayısıyla dinin bir yönü de mahlûkata şefkattir. Şefkatin neticesi de hizmettir. İnsanlar başta olmak üzere diğer bütün canlılara hizmettir. Onun için İmâm-ı Rabbânî tasavvufu dört duvar arasına sıkıştırmamış. Hayatın içinde canlı, insanlara hizmeti öne alan, mahlûkata hizmeti, başkalarına faydalı olmayı da bir zikir, bir ibadet olarak görmüştür İmâm-ı Rabbânî Hazretleri. Sufiler diyorlar ki: “Tasavvuf yaşanan halden ibrettir. Yaşamaktır, sadece söz değildir.” İmâm-ı Rabbânî’de bizzat bu manevî halleri, Vücudî Tevhidi veya Vahdet-i Vücud’u yaşayıp, fakat burada kalmadığını daha da ilerilere geçtiğini Şuhudî Tevhide erdiğini hatta buradan da daha ileriye Abdiyyet  ‘Allah’a kulluk’ makamına -makamların en üstü- geçtiğini ifade etmiştir. Kelime-i Şehadette de sıralama her halde rastgele olmasa gerek! “Ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlüh.” Bakın kul olmak Allah’a resûl olmaktan, peygamber olmaktan önce zikrediliyor!.. Bazı insanlar dini kafalarına göre yorumlayıp, kendi kafalarında adeta uydurdukları dini Allah’a nispet etmeye çalışıyorlar. Kur’ân-ı Kerîm’de Hucurât Sûresinde bir âyette, “Siz kendi dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz!” deniyor. Hiçbir şeyi elbette Allah’tan daha iyi bilmiyoruz.

Birazda İmâm-ı Rabbânî adına düzenlenen sempozyuma değinebilir miyiz?

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bizim onun ayağına gitmemize gerek kalmadan bu defa adeta manen İstanbul’a gelip görüşleriyle, düşünceleriyle bizleri şereflendirecek. Sadece Türkiye’den değil dünyanın her tarafından gelen bu konunun uzmanları İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni bize her yönden anlatmaya çalışacaklar. 15 Kasım Cuma günü Cuma namazından sonra saat13:30’da Haliç Kongre Merkezi’nde açılışı yapılacak bu sempozyumun. İlk gün ülkemizin değerli hocalarından Hayrettin Karaman ve Süleyman Uludağ Hocamızın bir açılış konferansı olacak. İkinci ve üçüncü gün Cumartesi-Pazar günleri ise saat 10:00-17:00 arasında Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde devam edecek. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin görüşlerinin, düşüncelerinin ortaya koymaya çalıştığı İslâmî çizginin ne olduğunun anlatılmaya çalışılacağı bu değerli sempozyuma Yeni Asya gazetesi okuyucularını da bekliyoruz…

İMAM-I RABBANî İLE SAİD NURSÎ’NİN BENZERLİKLERİ ÇOK

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri “Bütün tarikatlerin neticesi ve gayesi iman hakikatlerinin inkişafıdır” ifadesini biliyoruz. Bunun üzerine Said Nursî Hazretleri de, “Ömrünün sonlarında daha ziyade iman hakikatlerinin izah ve inkişafına çalışmıştır” açıklaması dikkatimizi çekiyor… Bu konu hakkındaki düşüncelerini alabilir miyiz?

İmâm-ı Rabbânî ile Said Nursî Hazretleri arasında benzer yönler var. İkisi de mücadeleci, ikisi de devrindeki bir takım dine yönelik saldırılar ve hücumlar ile mücadele etmişler. Özellikle Said Nursî Hazretlerinin döneminde İslâm inançlarını yok etmeye yönelik ateizm, pozitivizm gibi anlayışlar ile dinsizlik aşılanmaya çalışılmıştır. Said Nursî Hazretleri’nin en önemli mücadele alanı bu imansızlık konusuyla ilgilidir. Bakıyoruz, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de bu dini dinamitlemeye, çığırından çıkarmaya, adeta İslâm’ı budamaya, yok etmeye yönelik akımlar ile mücadele etmiş. İkisinde de böyle bir mücadeleci taraf var. Meselâ İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tasavvufta çok önemli olan zikir konusunda der ki: “Dinin esaslarına, kurallarına ve adabına riayet edilerek yapılan ticaret de zikir sayılır.”, “Bir âmâyı yoldaki çukura düşmekten kurtarmak da zikir sayılır, hatta daha faziletlidir.” İnsanlara, eşyaya, mahlûkata hizmet var iken şeriata, dinin esaslarına riayet ederek yaşamayı da zikir sayıyor ve hatta öne almak gerekir, diyor. Bazı çevreler Said Nursî Hazretlerinin “Devrimiz tarikat devri değildir, devrimiz iman kurtarma zamanıdır” sözünü alarak onun tamamen tasavvuf alanını dışladığı, tasavvufa karşı olduğu gibi imaj çizmeye çalışıyorlar. İmanı kurtarmak da zikirdir, tasavvuftur. Birkaç cümle ile söyleyecek olursak Said Nursî Hazretleri’nin hayatına baktığımız zaman çocukluğundan itibaren hep tasavvufî çevrelerde bulunduğunu ve oralarda yetiştiğini görürüz. Tasavvuf erbabına çok hürmeti vardır. Tasavvufî düşünce ve algıyı tam olarak anlamış, özümsemiştir. Eserlerine baktığımız zaman tasavvufun çok ince mevzuları ile ilgili görüşleri ve değerlendirmeleri vardır. Meselâ tasavvuftaki varlık anlayışı ile ilgili vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud gibi konuları eserlerinde tartışır, ince ince ele alır. Onun İmâm-ı Rabbânî’nin vahdet-i şuhud anlayışına daha yakın durur. Dolayısıyla İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ile Said Nursî Hazretleri’nin arasında çok benzerlikler var.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*