İmanla yaşamak, şahs-ı manevîde kalabilmek

Değişen dünya, başkalaşan şartlar, ağırlaşan hayat yükü, yığılan problemler, maddede gabîleşen dünyaperestler, dünyevîleşen Müslümanlar…

Ve durmayan, durmayacak olan, durdurulamayan bir zaman şeridi ve akıp giden bir hayat…
Hastalıklar başta olmak üzere binlerce dert ve musîbetle boğuşan, uğraşan kitleler, insanlar…
Bu konularda, çözüm arayışları, akıl yürütmeler, yorumlar, fikirler, görüşler…

Ve bitmeyen, çözülmeyen, aksine yığılan, çoğalan problemler yumağı… Çaresiz insanlar. Sessiz yığınlar. Çığırtkan ve bağıran isyancı güruhlar ve gruplar…

Ve daha niceleri…
Hayatı hayat yapan; onu yerli yerine oturtacak ve şekillendirecek olan, ondan yeterli verimi aldıracak olan yol ve tarzlar da hemen hemen belli ve net esasında.

Bu konuda; ya “Ben akıllıyım” diyen, sadece kendi “kafa fenerine” bürünenlerin seçtikleri yol seçilecek—ki, insanların çoğunu canhıraş feryatlara, yakıcı ateşlere, yürek dağlayan olaylara sürükleyen bir tarz ve yoldur bu!

Ya da o aklı verenin kâinata koyduğu kanunlara uymak ve elçileri vasıtasıyla gönderdiği programı tatbik etmeyi hedefleyen bir yol olacak.

Binlerce yıllık tecrübeyle birinci yol ne kadar başıboş ve neticesiz olduğu meydandadır. İkinci yol ise; hem hafif, hem kolay, hem ucuz, hem de en akıllı ve mantıklı yoldur. Çünkü burada insan ne yaptığını bilir. Sahibini arar. Malikini tanıyamaya çalışır. Bunun neticesinde engin bir “tevekkül” ve “teslimiyetle” haddini aşmadan, kader çizgisindeki programa uyar. Mesaisini şükre ve duâya verir. Böylece hayatı hayat yapan değerlere ve doğru yola ulaşır.

Tıp ilminin kabullendiği insandaki fizyolojik ve anatomik değişimin yanında, manevî mahiyetini teşkil eden kalp, ruh, sır, nefis ve his cephesinde de değişimin olduğu bir vakıadır. İnsanoğlunun bu hızlı değişim anlarındaki kareleri ne ile dolduracağı çok önemlidir. Ancak bu şekilde bu dünya hayatı aslına uygun cereyan edebilir.

Zaman, kesintisiz devam eden anlardan oluşur. Yaşanan her bir zaman dilimi “bir ânı seyyale”dir. İnsanın hakikî ömrü de bulunduğu ve yaşadığı o andır. İşte hakikî marifet bu “anları” nemalandırmaktır. En güzel boyayla onu süslemek, en güzel keyfiyeti o âna sığıştırmaktır. Her ânı, yaratılış gayesine uygun bir şekilde gergef gergef işleyebilmektir. Çok kaygan, inişli, çıkışlı olan bu uzun ince yolu “imtihan” sırrının şuuruyla a’lâyı illiyîne, en yüksek mertebelere yönlendirmek; esfeli sâfilîne, en aşağı derecelere düşmekten kurtarmaktır. “Mevcudatın sultanı, halifesi” olmanın kıymet ve değerini doğru ve sapmadan kullanabilmektir.

Bunun için tek yol görünüyor: Prensipler manzumesi, sistemler silsilesi, kanunlar zincirine tâbi olmak. Onlarla tatlı ve mutlu bir şekilde yaşayabilmektir. İşte o da ancak ve ancak “İman” gerçeğiyle, “İslâm” anlayışıyla ve Kur’ân’ın düsturları ve ahkâmıyla olabilir. Gerçek hayat; inançla hayatlanır, tatbikatla şekillenir, ibadetlerle manalanır ve meleke hâline gelir. İşte o zaman insan âlemin efendisi, kâinatın reisi olma gibi bir kıymet alır ve aksiyonerlik kazanır.

Gerçek mânâda bir şeyin kıymetini bilmek ve takdir etmek istiyorsak, o şeye verilen öneme bakmak gerekir. Hayata, insanlığa, kâinata ve onun sahibine bakış açısına göre kendinize bir rota çizmemiz en fıtrî bir hâldir. Burada ubudiyete, kulluğa, teslimiyete mi, yoksa enaniyete, riyaya, gösterişe ve isyana mı yöneldiğimize bakılacaktır. Ubudiyetin kıymetini, keyfiyetini, önemini ve değerini bilme ve anlama nispetinde ibadete ehemmiyet verilir.

Kâinattaki bütün olaylar, işleyiş, gerçekler “iman” denilen bir muazzam hadiseye işaret ediyor. “İman” öyle kuvvet ki, bunun önünde hastalık dayanamıyor, “Elhamdülillah” dedirtiyor. Ölüm dayanmıyor, “Elhamdülillah” dedirtiyor. Kalbi tam nurlanmış bir mü’mini, kürei arz bomba olsa patlasa, ihtimal ki korkutmaz.

Kâinat ne kadar büyük olursa olsun insan karşısında küçülüyor. İnsan kâinattan marifet balı süzüyor. Ama kâinat insandan bir şey süzemiyor.
Her şeyi kuşatan, her şeyin dizgini elinde olan, her şeye kudreti yeten, her türlü işe irade gücü olan, her isteği kabul edip her derde derman olabilecek, her zaman ve her yerde hazır olabilecek Sonsuz bir Kudret Sahibini arayan insan ruhunun, vicdanının bu müthiş boşluğunu dolduracak “iman”dan başka hangi bir insanî güç olabilir ki?

Meselâ, son günlerde yaşadığımız hiddetlenen “hava unsurunun” dizgini, kumandası, izni, kontrolü kimin elinde olduğuna bir bakalım. Bu şiddetin sebebini düşünüp araştırmazsak, insanlardan ne istediğini bilemezsek, başımızı taştan taşa vurmaya devam ederiz. Maddede, teknolojide, medeniyette bu kadar ileri gittiğini iddia eden “Avrupa”, aşırı soğuklar karşısında, değişik bölgelerindeki yüzlerce insanın soğuktan donmasına karşı ne yapabildi? Sadece meydana gelen ölümleri sıklıkla medya haberlerine konu ediyor. “Medyatik” bir gözle bakıyor. O kadar! Ve hava unsurunu suçluyor! Matematiksel hesap rakamlarını verebiliyor. Tam bir acziyet hâli! Meteorolojik olarak; “Buzul Çağına” gidiyor muşuz! Sefih medeniyetin telkin ettiği hayat, “Yontma Taş Devrine” aday değil mi? Vahşetin ve dehşetin, şehvetin ve hayvaniyetin derin derelerine giden yola “medeniyet” diyerek bir yere varmak mümkün mü?

Tefekkür dünyası dumura uğrarsa; insanlık daha büyük dehşet ve gaflete yuvarlanır. Tefekkür; derin ve geniş düşünmenin adıdır. Tefekkür en büyük ibadetlerdendir. Bunda da büyük bir sır vardır. Çünkü tefekküre vasıl olabilmek için; onunla iştigal etmek, ağırlıklı bir mesai harcamak ve böylece tefekkürün vadisine kavuşmak ve demir atmak, sakinleşmek gerekiyor. “Resmî ve ruhsuz” hâle getirilen bir tefekkürden “hakikatler” çıkmaz. Dejenere edilmiş bir tefekkürle bir yere varmak da mümkün değildir. Onu aslına uygun devam ettirmek gerekiyor. Sathî ve yüzeysel bir “tefekkür” ve düşünceyle imanı anlamak, yorumlamak ve tatbik edip yaşamak kolay olmaz. Bu derin sırları anlamak mümkün olmaz. Tefekkürün mutlaka Kur’ân’ın gözü ve tarzıyla olması ve kesinlikle lâkaytlıktan uzak olması, sathî nazar ve ülfetten uzaklaşması gerekiyor. Akıl, kalp ve ruhu “malûmat” yığınlarıyla doldurmamak gerekiyor. Bunu sağlamak için de ancak ihlâs denilen sırrı kavramak gerekiyor. Dolayısıyla imanlı hayata giden ve onu tamamlayan haller çok ucuz ve kolay da değildir.

Bu zamanda “iman” konusunun en iyi izah ve açılımını yapacak olan da Kur’ân’ın malı olan Risâle-i Nur Külliyatı’dır. Ve onun teşkil ettiği “şahsı manevînin” ülke ve dünya ölçeğindeki tatbik edilegelmiş ve hâlâ tatbik edilen Sünnet kaynaklı gerçeğidir. Bu “şahsı manevîyi” teşekkül ettirenlerin halleri şudur: “Risâle-i Nur şakirtlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddittir. Ruhları müttehid hükmündedir.”

“Risâle-i Nur’un şakirtlerinin ‘şahsı manevisi’ kerâmetkârane bir hassasiyet gösteriyor ki, Hâfız Ali ulvî sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman, Rüştü müstakim aklıyla, Küçük Lütfi lâtif nûruyla Üstadlarının imdadına mânen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.” (Barla Lâhikası, 125)

Bu asırda “iman” vadisinde bulunabilmek için; sırrı ihlâsı, hakikati uhuvveti, dâvâyı Kur’âniyeye sadakati iyi bilip uygulamak gerekiyor.

Ehli dünyanın dünyalık değerlerine sahip çıkmasından çok daha fazla, imana, inanca, şefkate, merhamete, ihlâsa, uhuvvete, sevgiye, muhabbete, sadakate, vefaya sahip çıkmak ve onları insî ve cinnî şeytanlara kaptırmamak ve onların çekim sahasına girdirmememiz gerekiyor.

Böylece, İlâhî iradenin istediği imanlı bir hayat yaşayıp sonunda da ilk çocukluk saffetindeki hallerimizle ruhumuzu hakikî emanet sahibine tertemiz teslim edebilelim.

Bir nimetin devamı o nimetin zatından daha kıymetlidir. Bütün nimetlere sonsuz “Elhamdülillah!” İman nimetine ve onun devamına sonsuz “Elhamdülillah!” Onu bize veren ve devam ettiren yaratana sonsuz “Elhamdülillah!”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*