İnce bir mesele

Şchopenhauer, “Gerçeği anlamanın önündeki engeller, gerçek kılığına girmiş yalanlardır.” der. Bazen bir şey perde olur, göremeyiz. Bu perde bazen dışarıdan, bazen içimizden olur.

Denize atılan Yunus Peygamber’in (as) kurtuluş mu’cizesi, sebeplerin payını göstermesi yönünden çok güzel bir örnektir.

Deniz fırtınalı ve gece kapkaranlık. Balık onu yutuyor. Öyle bir güç lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem karanlık geceye, hem de gökyüzüne geçsin. Balık onu salimen sahile çıkarıyor.

Evet, soru bu:

O karanlık, fırtınalı gecede gerçekte Yunus Peygamber’i (as) çıkaran, balık mıydı karaya?

İpek böceğinin ipeği, arının balı, güneşin ışığı getirişinde de durum yine aynıdır.

Bir paket hediyeyi getiren postacının, bu hediyede payı ne olabilir? Sebeplerin ve perdelerin hayatımızdaki yeri ve inceliği bu.

Hâris el-Muhâsibî der ki:

“Allah olmaksızın, sen bir hiçsin.”

Evet, kan dolaşımını sağlayan, kalbi çalıştıran, insanı yaşatan, Allah’tır. Bazen takılır kalırız sebeplere. Sebepler bir perdedir oysa. Açmalıyız o perdeleri. Gerçeğe ulaşmalıyız.

Bir adam, “Allah ve sen istersen…” deyince Hz. Peygamber (asm):

“Beni Allah’a ortak mı koşuyorsun? Öyle deme. Yalnız ‘Allah dilerse’ de.” buyurdu.

Ne bulut yağmuru bilir, ne de meyve ağacı. Her şey, ama her şey Allah’ın büyük bir ihsanıdır.

Yediğimiz içtiğimiz her şey, Allah’ın malı mülkü olmasaydı, bütün dünyayı versek, bir narı, bir elmayı asla yiyemezdik.

İlâhî kudretin, ilmin izi, eseri her şeyde gözüküyor.

***

Partikül fiziği sahasındaki çalışmalarıyla 1968’de “Bilim Ödülü”nü kazanan Prof. Dr. Feza Gürsey, cumhurbaşkanı ve seçkin dâvetlilerin bulunduğu salonda konferansına şu cümlelerle son veriyordu:

“Bir avuç insan eski dervişler misâli, tabiatın sırlarında dolaşır dururlar.”

Muhyiddin-i Abdal’ın dediği gibi:

“Muhyiddinem, dervişem

Hak yoluna girmişem

On sekiz bin âlemi

Bir zerrede görmüşem…”

Şinasi’de bir şiirinde aynı şeyi söylüyordu:

“Varlığını bilmem ne hacet, küre-i âlem ile,

Yeter isbatına, halk ettiği bir zerre bile.”

Gerçekten de bu kâinatın hepsi, zerreden küreye kadar her şey, bilsin ya da bilmesin O’na doğru yol almakta, Allah’a koşmaktadır. Başlangıç O’ndandır, dönüş O’nadır. Ama asıl muteber olan, Allah’ı bilerek arzulamaktır. O’nun emirlerine şuurla boyun eğmektir. İnancımızın ve dinimizin gereği olan bu teslimiyet körü körüne bir bağlılık ve sürüklenme değildir. Bu Rabbimize karşı olan sevgimizden doğar ve her zerrede hükümran olan İlâhî azameti idrak ve anlamaktan kaynaklanır. Bu böyle bir sevginin ve ilâhî bir aşkın, bağlılığın teslimiyetidir.

Evet, küçük ya da büyük demeden her ihtiyacımızı Allah’tan istemekten çekinmeyelim. Çünkü küçük ve büyük her şey O’nundur. Yaratıcımızın varlığını ve birliğini gösterir. “Atomların İç Dünyası” adlı kitabında Zeno Bucher, şöyle der: “Allah’ın büyüklüğü, en küçük şeyde de tecellî eder.” Evet, her şey Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla ve istidadıyla dahi Allah’a duâ eder.

Akıllara durgunluk veren şu kâinat kitabını okuyup, Yaratıcısının büyüklüğü karşısında huzur ve huşû ile secdeye varmak, başımızı yere koymak ve teslim olmak ne büyük bir görev.

Bütün işlerimizde sadece Allah’a güvenerek, her şeyi yapan ve yürütenin O olduğunu, varlık dünyasında yalnız O’nun hükmünün geçerli olduğunu düşünmek ve böylece O’nun yarattıklarına değil bizzat Yaratana kul olmak, en büyük bir mutluluk kaynağıdır.

Allah’a bu denli içten ve samimî bağlanış, çalışma hayatımızı felce uğratan ve İslâmiyet’le asla ilgisi bulunmayan bir tembellik, bir miskinlik değil, bilâkis yapmak istediğimiz meşrû ve hak olan işlerde daima Allah’ın yardımcımız olduğu düşüncesiyle bize güç veren bir enerji ve huzur kaynağıdır.

Sebeplerini yerine getirip çalıştıktan sonra, asıl yapıcının ve yaratıcının Allah olduğunu hatırlayıp, bizi başarıya ulaştırması için, Allah’a dayanmak, O’na yalvarıp manevî bir güç kazanmaktır. Bu yönüyle Allah’a tevekkül ve duâ bizi tembellikten kurtardığı gibi, insan ruhunu alçaltan iltimas ve rüşvetten de korur. Çünkü Allah’a inanan insan bir zerrecik de olsa, hakkı olmayan bir şeyi istemez. Sadece hakkı olan şeylerin olması için de kimseye değil yalnız Allah’a güvenir. O’na duâ eder, O’ndan ister. Böyle olunca da, kendi gibi fani ve âcizlerin önünde eğilip küçülmez, küçük dünya menfaatleri için dalkavukluk ve yaltaklanma yapmaz. Allah varken, kula kul olmaz.

İnsan çalışacak, ancak işlerinde başarıya ulaşmak için kalbini ve maneviyâtını da Allah’a olan güveniyle dolduracaktır. Bunun içindir ki, her işe duâyla yani besmeleyle başlarız. Besmelede: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın yardımına güvenerek başlıyorum” deriz. Bu güçle başlanan işin sonu, elbette hayır ile biter.

Sosyologlar ve din psikolojisi ile uğraşan bilim adamları, tarihte gelişen medeniyetlerin hep inançtan ve dinden doğduğunu ispat etmişlerdir. Selimiye ve Süleymaniyeleri de yaptıran bu ilâhi aşk ve vecd değil midir?

Samimî olarak Allah’a yalvarmak, O’na güvenmek, muhakkak ki, en ümitsiz anlarda bile insanı selâmete ve başarıya götürür. Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.): “Allah (c.c.) kendisine cânı gönülden duâ edenleri sever” buyurur.

Yanık gönüllerden yükselen yakarışlar çok çabuk Allah’a kavuşur, rahmet olarak döner ve insanı sonsuz bir mutluluğa gark eder. Allah, bize bizden yakındır. “Kullarım, sana Benden sorarlarsa söyle: Ben onlara yakınım. Duâ edenin duâsına icabet ve kabul ederim. Bana duâ etsin ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki, doğru yolda yürüyüp selâmete ersinler.” (Bakara, 186)

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) duâ hakkında buyuruyorlar ki: “Duâ mü’minin silâhıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur.” (Hakim)

Yine Peygamberimiz (a.s.m.): “Darlık zamanında Allah’ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin.”

“Genişlik zamanında duâa etmek kadar Allah’a hoş gelen bir şey yoktur” buyurur. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Hibban, Hakim)

Yine bir başka hadislerinde Peygamberimiz (a.s.m.) buyururlar: “Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir günah ve yakınlarla ilgiyi kesme isteği olmayan bir duâ ile Allah’a niyaz etsin de, Allah ona üç şeyden birini vermesin: Ya isteğini yerine getirir; yahut onun isteğini ahireti için saklar; yahut da duâsının dengi olan bir kötülüğü ondan savar.

Dediler ki: O halde çok duâ edelim.

Buyurdu ki: Allah da çok kabul eder.”

“Kul, ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ dediği zaman Allah der ki: Lebbeyk (geldim) kulum, iste, istediğin verilecektir.” (İbn Ebi’d-Dünya)

***

“Allah, kıyamet günü mü’mini çağırır, huzurunda durdurur, der ki:

“Kulum, Ben sana, Bana duâ etmeni emretmiş ve duânı kabul edeceğime söz vermiştim. Bana duâ ediyor muydun?”

“Evet yâ Rabbi” der.

“Ama, Ben senin her duâna cevap verdim. Falan falan gün başına gelen bir üzüntüyü kaldırmam için Bana yalvarmıştın, Ben de o üzüntüyü kaldırıp seni sevindirmemiş miydim?”

“Evet yâ Rabbi.”

“O duânı dünyada kabul ettim. Falan falan gün de yine başına gelen bir sıkıntıyı açmam için Bana yalvarmıştın, fakat sıkıntının açıldığını görmemiştin?”

“Evet yâ Rabbi.”

“İşte o duâna karşılık sana cennette şunu şunu hazırladım. Falan falan gün de bir dileğini yapmamı istemiştin, yaptım.”

“Evet yâ Rabbi.”

“Onu da sana dünyada verdim. Falan falan gün de bir muradını vermemi istemiştin, muradın yerine gelmemişti.”

“Evet yâ Rabbi.”

“İşte onun yerine de sana cennette şunu, şunu verdim.”

Allah’ın Resulü şöyle devam etti: “Hâsılı, Allah, mü’min kulunun yaptığı duâlardan hiçbirini bırakmaz, hepsini sayar; ya bunları dünyada kulu için yaptığını veya âhirete bıraktığını söyler. O makamda mü’min, ‘Keşke dünyada hiçbir duâmın karşılığı verilmeyip ahirete bırakılmış olsaydı,’ der.” (Hakim)

“Bir kimseye fakirlik erişir de onu insanlara söylerse, fakirliği giderilmez. Ama birine fakirlik erişir de onu Allah’a söylerse, Allah ona er veya geç bir rızık verir.”

***

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, 352)

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*