İki adam kendi aralarında konuşuyorlardı. Birisi çalışmaya devam ederken diğerine çalışmasının amacını şöyle açıkladı:
“Benim dünya hayatında üç tane zevkim var arkadaş. Ben bunlar için yaşıyor ve çalışıyorum. Yeme, içme ve şehvetimi tatmin etmek. Hayatım bu. Zaten hayatın başka bir amacı da yok.” dedi.
Evet, insanların pek çoğu bu adamın söylediği gibi inanmasa da dediği gibi yaşıyorlardı. Çalışıp kazanıyor; yiyip içerek aile hayatını sürdürüyordu. Sonra çoluk, çocuk, torun sahibi olup eceli gelince vefat edip bu dünyayı terk ediyordu.
Hâlbuki insan çok değerli ve üstün yaratılmış bir mahlûktu. Hayatı sadece bu üç maddeyle sınırlamak yanlış olmaz mıydı? Üstelik insandan daha aşağı mertebede olan hayvanlara bu noktada yetişilmezdi.
Mesela çayıra bırakılıp sabahtan akşama kadar keyifle otlayıp istirahat durumunda da geviş getiren ve litrelerce su içen bir sığır insandan daha şanslıydı. Ayrıca şuursuz bir canlı olduğundan; geçmişin elemleri ve geleceğin endişeleriyle üzülüp lezzetlerini acılaştıran düşüncesi de yoktu.
Yine şehvet noktasında insan bir ‘serçe kuşu’na bile yetişemezdi. Çünkü 13-15 cm uzunluğunda, 20-25 gr ağırlığında bir Serçe kuşu; yumurtasından çıktıktan kısa süre sonra uçabilirdi. Soğuk kış günlerinde rızkını bulabilir; saatte onlarca kez çiftleşebilir; senede 3-4 kez yavru çıkarıp bakabilir; kendi evini yapabilirdi.
Gerçi Yaratıcımız; insanın bu dünya ve ahiretteki temel ihtiyaçlarının yeme, içme, barınma ve neslini devam ettirme olduğunu bildirerek dünya ve ahiret hayatına çalışmanın kurallarını bildirmişti. Ahiret için, dünya hayatından daha muhteşem nimetler vadetmişti.
Ayrıca dünyayı bir saray gibi düzenleyip çeşit çeşit bitki ve hayvanlarla süslemişti. Gözün görüp; dilin tadıp zevk alacağı nimetlerle donatmıştı. Güneş, ay ve yıldızları vazifelendirilip her an tazelenen mevsimler yaratmıştı.
İnsanlar dünyaya sanki turist kafileleri gibi kısım kısım geliyorlardı. Peygamberler bu kafilelere rehberlik yapan vazifelilerdi. Gelen insan kafilelerine sarayı gezdirip; Yaratıcıyı tanıtıyorlardı. İnsanlara şöyle sesleniyorlardı:
“Rabbimiz bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.”
“Hem şu süslemeler ve güzelliklerle kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini beğenerek kendinizi ona sevdiriniz.”
“Hem bu gördüğünüz iyilikler, bağışlar, lütuflar ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.”
“Hem şu görünen nimetler ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.”
“Hem şu mükemmel eserleriyle manevî cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görme ve sevgisini kazanma arzunuzu gösteriniz.”
“Hem bütün şu gördüğünüz sanat eserleri ve süslenmişler üstünde birer mahsus mühür, birer hususî damga, birer taklit edilmez turra koymakla, her şeyin kendisine has olduğunu ve kendi eseri olduğunu ve kendisinin şeriksiz (ortaksız) olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek, şeriksiz, misilsiz ve nazirsiz (benzersiz) tanıyınız ve kabul ediniz.” (1).
Turist, dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla geziye çıkan kimselere deniliyordu. Herhangi bir vazifesi yoktu. Sorumluluğu bulunmuyordu.
Fakat dünyaya gönderilen insanın gelip-gidişi her ne kadar turiste benzese de bir vazifesi ve sorumluluğu vardı. Çünkü dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü vardı:
“Birinci yüzü: Esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların âyineleridir. Bu yüze zeval (sona erme) ve firak (ayrılık) ve adem (yok olma) giremez; belki tazelenmek ve teceddüd (yenilenmek) var.” (2).
Dünya ve kâinat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektepti. Dünyanın bu yüzü güzeldi; sevilmeye ve övülmeye layıktı.
İnsan bu dünya okulunda Allah’ın isim ve sıfatlarını güzelce talim edip, hayatına yansıtırsa; sonsuz âlemde ebediyen istifade edeceği ihsan ve ikramlara kavuşacaktı.
Kâinatın zahiren ölmesi ve kaybolması ise, bir tazelenmek ve yeni bir sayfa açmak manasına geliyordu. Ebedî olarak kaybolup yok olmuyordu.
“İkinci yüzü ahirete bakar. Ahiretin tarlasıdır, cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir (bahçe). Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete layıktır.” (3).
İnsan dünyanın bu yüzünde ahiret hayatı için gerekli olan azık ve mahsulü temin edecekti. Burada ekip, orada biçecekti. Ne kadar çok çalışılırsa, ne kadar hayır ve hasenat ekilirse daha güzeldi.
İnsan bu dünya tarlasına iyilik ve ibadetleri ekerse ahirette ebedî bir cennet olarak mahsul kaldıracaktı. Dünyanın bu yüzü de boşa gitmiyordu. Bu husus ayette şu şekilde beyan edilmişti:
“Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur. Zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur.” (4).
“Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı (heveslerin oyuncağı) olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (5).
Bu yüz dünyanın kötülüğü emreden nefse dönük yüzüydü. Dünyayı eğlence ve oyun yeri olarak görüyordu.. İnsanın bu dünyaya iman ve ibadet için gönderildiğini unutup boş şeyler ve eğlenceler ile hayatını heba etmesine sebep olan fani yüzüydü. Geçici ve ahirette karşılığı azap ve ateşten başka bir şey değildi.
Allah’ı ve ahireti unutturan; oyun ve eğlence yeri olan; insanları günah bataklığına sürükleyen dünyanın bu yüzü; çirkin, zararlı, tehlikeli ve sevilmeye değil aşağılanmaya lâyıktı.
“Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?” (6).
Dipnotlar:
1- Sözler, 11. Söz, s.145.
2- Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, s.340.
3- A.g.e. s.340.
4- Zilzal Suresi, 99/7-8).
5- A.g.e. s.340.
6- En’am Suresi, 6/32).
Benzer konuda makaleler:
- DNA ve genetik kotların Risale-i Nurdaki yansımaları
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Corona virüs musibetinin hikmetleri ve manevi tedbirler
- Yapay zeka ile inanç üzerine bir konuşma
- Terörün çözümü Bediüzzaman’da
- Hz. Adem’in yaratılmasındaki hikmet ve gayeler
- Bir temel ahlâk teorisi olarak ihlâs