İnsan olmanın gereği ve müsbet iman hareketi

Fıtrat dini olan İslâmiyet hayata lâzım olan ve olacak her şeyin en güzel tarifini yapmış, en mükemmel hallerini, konumunu göstermiş ve iki dünyayı kapsayacak çözümleri de insanlığın önüne koymuştur.

Cenâb-ı Hak, Bakara Suresi’nde “kemâ âmene’n-nâs” [‘insanların imân ettiği gibi’ (Bakara Sûresi: 13)] tabirini zikretmiştir. Bediüzzaman, bu tabirle ilgili olarak, şu doğru ve harika tesbiti yaparak insanlığın önüne koymuştur: “İmanı olmayanın nâstan [insanlardan] addedilmemesi lâzımdır. Ancak ‘nâs [insanlar]’ tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da, ya imanın hâsiyetiyle (özellikleriyle) insaniyetin hakikati mü’minlere mahsustur veya imansız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukût etmişlerdir [aşağıya düşmüşlerdir].” (İşaratü’l-İ’caz, s. 100)

İzah ve ifade gayet net. İmansızlık demek insanlıktan da çıkmak demektir. İnsanlık adına, aşağıların aşağısı olan ve “esfel-i sâfilîn” olarak Kur’ân’da tarif ve tesbit edilen rezil makama yuvarlanmaktır. Bu hâle, millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy merhum da çok güzel bir tarif getirmiştir: “İmansız paslı yürek sinede yüktür!”

İman zafiyetinin veya imansızlığın maalesef büyük ölçüde hüküm sürdüğü bugünün toplumunda bu acı haller yaşanmaktadır. Onun içindir ki bugünün dâvâ sahibi iddiasında olan, “İslâm Mücahidi” olma dâvâsında olan her ferde düşen bu dehşete karşı tedbir almak, dâvâ anlayışını buna göre plânlamaktır.

Bunun için de her dâvâ sahibinin üzerine düşen mükellefiyetlerin en başında; Kur’ân’ın bu asra ve insanlığa verdiği mesajını ve tebliğ metodunu idrak edip ona göre tavır takınmak gelmektedir.

İkinci olarak; Kur’ân’ın hakikî tatbikçisi ve rehberi olan Hz. Muhammed’in (asm) dâvâsı ve Sünnet-i Seniyyesinin, o muazzam ve mükemmel hayatının, insanları İslâm’a dâvet ve tebliğ metodunun sırlarının anlaşılması ve o mirasa tam sahip çıkılmasıdır.

Üçüncü olarak da; her dâvâ sahibinin konumu, mizacı, tecrübesi ve kapasitesine göre; dengeli, sabırlı, akıllı, muhakemeli, istikametli, nezaketli bir tarz ve usûlle hareket edip, manevî hizmetini, mukaddes dâvâsını ona göre sürdürmesidir.

Toplumun iman zafiyetindeki bu mevcut durumu ve yapısı tam tahlil ve teşhis edilemezse, İslâmı tebliğ ve dâvette hatalar zincirleme gelir. İşler karışır ve içinden çıkılmaz hale gelir. İşte burada, bugün Türkiye’de ve dünyada milyonlara ulaşan “Risale-i Nur” dâvâsının başlangıçtan bu güne devam eden tarihî serüveni ve süreci, temel dinamikleri, esasları, olmazsa olmazları, tarzı, metodu ve usûlü ile tatbikatlarını iyi tahlil edip araştırılması çok büyük öneme haizdir.

Bu mevcut toplum yapısında en önemli umdelerin başında gelen, ‘Bediüzzaman’ ve ‘Risale-i Nur’ patentli; “müsbet hareket etmek”, menfîliklere prim vermemek, gündeme almamak düsturu ve prensibi bir çok yanlışı önleyen çok önemli bir esastır. Ve hakikî Nur Talebelerinin duruşunu gösteren değişmez bir kilometre taşıdır. Bunun içindir ki; her bir “Nur Talebesi”, toplumun vazgeçilmezlerinden olan “kardeşlik” üzerine çizilmiş bir çizginin tesis edilmesi, takipçisi ve müdafaacısıdır. Gerçek bir Nur Talebesinin aklında, fikrinde, gündeminde “suçlama, tenkit, zan, iftira, kin, haset, nefret, yalan, hile, kandırma, maddî menfaat, tarafgirlik” gibi menfîlikler asla olmaz. O bunlarla uğraşmaz. Örtmeye çalışır. Onun bu konulardaki en büyük rehberi Kur’ân ve sünnete tam ittibâ eden Üstadı Bediüzzaman Said Nursî’nin “müsbet hareket” yoludur. Günlük olaylardaki yorum ve müzakereyi gerektiren dayanağı da, bağlı olduğu “şahs-ı manevinin” meşveret kararlarıdır. Bu da gerçek demokrasinin ve hakka taraftarlığın gereğidir.

Bu aciz, gerek olmadan “siyasî” konuları yazısında bahseden birisi değildir. Ama bugün ülkemizdeki mevcut iktidarın mensuplarının köken olarak geldikleri siyasî çizgi ve anlayışlarının, devlete ve topluma “hakim” olma iddiasında olan bir siyaset anlayışının varlığının hissedilip, biliniyor olması din, toplum ve insanlık açısından çok ciddî bir konudur diye düşünüyorum. Çünkü toplumun bu mevcut yapısında “ahlâkî çöküntü”nün getirdiği çarpıklıklardan dolayı ‘tepeden inme’ bir anlayışla İslâmiyetin izah ve tebliği mümkün değildir. Bu hal, aksine, muhalefette olanlar için bir ‘ters tepme’yi doğururken, İslâmiyeti kabullenenler için ise bir rahatlamayı, dünyevîleşmeyi ve sapmanın bile farkındalığından uzaklaşmaya varan bir neticeyi doğurabilmektedir. Bunun için gerçek dâvâ sahiplerinin; “nurculuk” denen iman hareketine tam sahip çıkmaları lâzım. Onu hiçbir manevî ve maddî meseleye âlet etmeden sadece ve sadece yalnız Allah rızası için, kalplere, gönüllere, hayatın içine ve evlere taşımaları lâzım. Bu yapılamadığı takdirde; bireylere de, topluma da, ülkeye de gerçek insanlık ve demokrasi gelmez.

Dâvâ sahiplerine düşen; siyaset ilminin gereği olarak; siyasetçilere bakarken, usulüne uygun bir şekilde ve doğru kanallar aracılığıyla onlara fikir vermek, bazı dinî ve ilmî konularda onlara doğruları söylemek olmalıdır. Haktan ayrılmamalarını, tarafgirlik yapmamalarını, eşit muâmeleyi rehber edinmelerini telkin etmek lâzım. Maalesef tatbikatlarda bunu görmek her zaman mümkün olmuyor. Geçmişte de, bu günkü şartlarda da çoğu insan, onlardan daima maddî yönden bir şeyler almaya çalışmışlar ve çalışıyor. Onlara bir şeyler vermeye değil. Böyle olunca da hasis ve bayağı bir huy ve heves olan “menfaat” ortaya giriyor ve işler başka mecralara çekiliyor.

Halbuki Risale-i Nur Talebelerine düşen; devletin ve hükümetin işlerini “ehline” bırakmak, suiistimallere meydan vermemelerini tavsiye etmek, hakkaniyet üzere, ayrımcılık yapmadan vatandaşların işlerini görmelerini temin etmelerini tavsiye etmek olmalıdır. Nur Talebeleri iç ve dıştaki her türlü olumsuzluk ve bütün fesat hareketlerine karşı; toplumun bütün alanlarında bir tamir ve düzeltme hareketine talip olmalıdırlar. Menfaate ve tarafgirliğe değil… Bütün nâmüsait şartlara rağmen, bu sahadaki hizmet, duruş, istikamet, gayret ve himmet bu alanda ve bu amaçla olmalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*