İnsanda ölüm düşüncesi

Ölüm, hayatın sona ermesi değil; bilâkis ebedî bir hayatın başlangıcıdır. Hayatın yaratıldığı gibi ölümün de yaratıldığı Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmektedir.

Bediüzzaman, “Ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır.” (Mülk Sûresi, 2) âyetini şöyle açıklamaktadır:

“Mevt (ölüm) dahi hayat gibi mahlûktur (yaratılmıştır); hem bir nimettir. Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir.” (Mektubat, s. 18)

Daha sonra ölümün nasıl mahlûk ve nimet olduğu örnekleriyle anlatılmaktadır. Ölümün mü’minlere bakan yönünü de müjdelerle anlatır ve şöyle der:

“Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir.” (Şuâlar, s. 34)

Kur’ân-ı Kerim’de, “Her nefis (can) ölümü tadacaktır.” (Enbiya Sûresi, 35) âyetinden hareketle Bediüzzaman ölümde ebedî hayat gerçeğini şu ifadelerle açıklamaktadır:

“Nev-i insanî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek” (Lem’alar, s. 518)

Toprağa atılan tohumun çürüyüp açılması, hava âleminde sümbül olarak hayat bulmasını sonuç vermektedir. Tohum için bu şekilde bir çürüme yani ölüm, tohum olarak hayata devam etmekten daha değerli bir durumdur. Aynen onun gibi ölümle toprağa atılan insan da ebedî saadet sümbülünü verecektir. Yani ölüm, yeni bir hayatın başlangıç safhası olmaktadır. Said Nursî, bir başka ifadesinde ölümün mahiyetini şöyle değerlendirmektedir:

“Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, s. 380-381)

Bu sözlerde de görüldüğü gibi ölüm, bir sona erişin, bir bitişin ifadesi değildir. Tersine ölüm, ebedî ve yeni bir hayatın başlangıcıdır. Hayat vazifesinden bir paydostur. Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere sevdiklerimize bir kavuşma vesilesidir.

Ölümün insandan istediği şey ise, yaratılışın gayesini bilen bir insan olarak yaşamak ve kabirde başlayan hayatın gereklerine göre hazırlanmaktır. Ölüm hayat kadar değerli ve çok hikmetleri bulunmaktadır.

İslâm’ın telkin ettiği ölüm düşüncesi hayata, akıl ve imanla bakmayı ders vermektedir. İnsana kabir kapısına kadar arkadaşlık edecek değerler, gerçek dost ve kurtarıcı değillerdir. Bitmek tükenmek bilmeyen emellerin ve hayallerin, beklenmedik bir anda ecelin ölüm darbesiyle yıkılabileceği, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” meâlindeki hadisin manası ışığında düşünülmelidir.

İnsan bu madde âleminin ötesinde ebedî bir hayatın mutlak adayı durumundadır. İnsanın yaratılıştan getirdiği duygular ve manevî şahsiyeti, onun ceza ve mükâfat göreceği bir âleme gideceğinin kesin delilidir.

Akıl, ruh, his, vicdan gibi bütün duygular, yaşadığımız şu âlemde eserlerini göstermekte ve sonuçlar vermektedir. Bu durumda insanın elle tutulamayan duyguları, bize maddî hayat gerçeğinden başka manevî bir hayatın varlığına da delil olmaktadır.

Ebedî hayatta bizi kurtaramayacak, elimizden tutmayacak fani eserlere kıymet vermeye değer mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*