İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır

İnsanı kalbi çeker götürür…
Kalbi kucaklayacak, kalbi içine alacak temiz düşünceler ve hamleler gerek…
Kalbimizi sarsmayan hiçbir fikir, hiçbir olay üzerimizdeki etkisini uzun süre sürdüremiyor.
Kalbimizi yumuşatan, onu derinden derine etkileyen her şey, hayatımızda yer buluyor.
Orası, hayatın merkez üssü…
İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır aslında.

Kalbimizle işimiz var. Öyle böyle değil, çok ciddî işimiz var. En fazla ihmale uğrayan yanımız da, itiraf etmeliyiz ki, kalbimizdir. Gözün her gördüğü oraya, kulağın her işittiği, dilin her söylediği, hepsi, ama hepsi oraya akıyor, kalbi vuruyor, kalbi yaralıyor. Kalbimizin hayatı, bu kanallardan ne akıyorsa, ondan ibaret. Kalbimiz kendini üzen olayları gördüğü hâlde bir ders alamıyorsa, hüznünü damla damla dile getiremiyorsa, kalbe gelen yollarda problem var demektir.

Kalbimiz, en yalın, en sade hâlimiz. Öyle değil mi?
Aynaya bakan, suretini görür. Kalbine bakan, sîretini görür.
Gördüysen, sorumlusun.
Duyduysan, sorumlusun.

Bir fakir görürsün ihtiyaç içinde kıvranan. Hemen o an onun derdine derman olamıyorsan, görevini yapmamışsın demektir. Kendini suçlu hissetmekten kurtulamazsın.

Bir taş vardır hayat yolunun ya da iki kalbin arasında. Kaldırman veya arayı bulman gerekir. Yapmazsan, sorumlusun.

Kalbimiz, üzerimize düşen görevleri yapamadığımız zaman ağlıyor, inliyor. Ama sesini duyan yok…

İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır oysa.

Kalbimizle ilgilenmemiz gerekiyor. En az midemizle ilgilendiğimiz kadar… Göz kalbin kontrolünde değilse, her kare, her görüntü önce kalbi vuruyor, kalbi yaralıyor.

Annesi nasıl ki, kaçmasın, başına bir felâket gelmesin diye çocuğunun elinden sıkı sıkı tutuyorsa; gözler, eller, ayaklar da öyle. Her şey kalbin sıkı takibinde olmalı.

Hayat kalbin kontrolünden çıktı mı, hiç istenmeyen istikamete doğru yol alıyor. Ondan sonra da bir yığın trafik kazası vuku buluyor… Bu zamanda maddî ve manevî trafik çok karışık.

Nefis, ehliyetsiz bir şoför gibi. Çırak, ustalık yapmaya kalkıştı mı, yüzüne gözüne bulaştırıyor her şeyi.

Zaten maddî trafikteki problem de manevî trafikteki karışıklıktan gelmiyor mu? Kalbi ve aklı karışık olanın her yeri karıştıracağı da çok açık. Öyle değil mi?

Gelelim reçeteye. Kalbimiz düzelmeden hiçbir şey düzelemez. Kalbimizi bakıma almalıyız, onu dinlemeliyiz. Kalbimiz, Rabbimizle beraber olmak istiyor; sesine kulak vermeliyiz.

İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır.
Gördüysen, sorumlusun. Ne yapman lâzım? Sor kalbine… Allah ne diyor, Hz. Peygamber (asm) ne diyor, bir de böyle bak. En doğrusu kendimizden, kalbimizden işe başlamak, küçük de olsa bir adım atmak…

Nasıl ki ev hanımları günlük işlerini yaparken titizlik ve dahi süreklilik gösteriyorlarsa, biz de aynen öyle olmalıyız. Kendi ruh bakımımızı yapmalıyız. Hemen her gün, kalbî yönümüzü okumakla, ibadetle ve tefekkürle sürekli yenilemeliyiz. Az da olsa devamlı…

Nefsin işine gelmeyen her şey bir bakıma kalbin hayatıdır. Nefs adına attığımız her adım da kalbin aleyhinedir. Nefis semirdikçe, kalbi kemiriyor. Nefsimizin de hakkını verelim; âmennâ, ancak şu prensibin ışığında:

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler, 33)

Okumak istiyorsa, hikmetli eserler okutalım. Bakmak istiyorsa, ibretle baktıralım. Dünyaya ilk defa gelip de bakan bir insanın bakışı gibi olsun. Kim bilir, ne harikulâde şeyler görecektir gözlerimiz.

Organlarımızın ve duygularımızın bize emanet olarak verildiğini anladığımızda, onları nereye sarf etmemiz gerektiğinin de farkına varacağız.

Dünyadan ve içindekilerden daha değerli olan yegâne sermaye, ömür sermayesidir.

Elindeki birikimi en kârlı yer neresiyse oraya yatırmaya çalışan insanların, ömür denilen bu en değerli sermayelerini de, ebedî hayatı kazanmak için en kârlı yerde kullanmaları gerekir.

“Ey göz, güzel bak!” diye başlayan Altıncı Söz’deki o altın tesbitler, uyandırıcı ifadeler barındırıyor. Yerinden okumakta fayda var.

Antrenmansız bir beden, kasları harap olmuş bir vücut, ne kadar yürüyebilir, ne kadar ağırlık kaldırabilir ki? Kalbimizin de imanla ve ibadetle, dersle ve sohbetle beslenmesi gerekiyor. Tâ ki, kendine ait görevleri lâyıkıyla yapabilsin. Bedenimize ve nefsimize söz dinletebilsin.

Hayat o zaman hayat olur. Kalp, o zaman bulunduğu yerden memnun olur.

İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır.

Ne fazlası, ne eksiği… Kalbimiz güçlüyse, yaşadığımız hayattan da ulvî bir lezzet alıyoruz. Kalbimizi ihmâl ettiğimizde ise, hayatımız hemen kararıveriyor, ‘of of’  diye inliyoruz ya da bütün benliğimizi kaplayan bir sıkıntı içinde yaşıyoruz.

Neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini vicdanımız gayet iyi biliyor. Hiçbir şeyi unutmuyor. Günü geldiğinde kenara bir bir not ettiklerini önümüze çıkarıyor. Meleklerin varlığından ve kaydettiklerinden de haberdar.

Ne bu dünyada, ne de bir odada, hiçbir yerde yalnız değiliz. Ruhumuzun başında nöbet tutan, her davranışımızı kaydeden melekler var.

Rabbimiz, her an kim bilir, ne ilhamlar akıtıyor kalbimize. Farkında değiliz.

Çok sevdiğimiz bir misafir gelip de bizi evde bulamasa ne kadar üzülürüz değil mi? Kim bilir, hayatımızı değiştirecek ne ilhamlar, ne fikirler geliyordur da her gün, biz başka kapılarda dolaşıp dururken, bir yerlerde oyalanırken, hayatımızı topyekûn değiştirecek nice fırsatlar elimizden kaçıp gidiyor olabilir.

Perdelerini açan, gün ışığından istifade edebilir. Allah’ın rahmetinden ve feyzinden nasibedar olamıyorsak, suç kimin? Elbette bizimdir. Kalbimizin kapısını çalan feyizlere ve ilhamlara karşı da her an uyanık olmamız gerekir.

Depreme karşı binaları güçlendirme faaliyetleri süredursun. Bizim de her gün, her gece kalplerimizi güçlendirmemiz, eksiklerimizi gidermemiz, yenilenmemiz gerekiyor. Bir seccade ve bir secde, bir dönüm noktası oluveriyor hayatta bazen.

“Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!”
– Necip Fâzıl Kısakürek

İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır, bilmeliyiz bunu. Kalbin hayatı da cennet hayatıdır.

Kalbimiz ne kadar güçlüyse, o kadar insanız, o kadar mü’miniz. İnandığımızı, ancak böyle bir iklimde yaşayabiliriz. Yoksa fındık kadar kafayla, mercimek kadar kalple, ne muhakeme, ne de muhasebe yapılabilir. Ve ne de bu hayat, Rabbimizin bizden istediği şekilde yaşanabilir…

Her gün bir yanımız büyüyor. Büyüyor, ama bu yanımız daha çok bedenimiz oluyor. İçimizde de ona paralel bir büyüme gerçekleşmediği zaman, kalbimiz daralıyor. Bu ihmalin faturası da eninde sonunda önümüze geliyor. Kalbimizi Allah’tan başka hiçbir şey tatmin etmiyor, edemez de… Kalbimizi yaratan Allah, kalbimizden geçenleri bilmez mi? Kalbin gıdasının ne olduğunu, ancak kalbi yaratan Allah bilir:

“Bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d Sûresi: 28)

Ne yaparsanız yapın, kalbinizi başka bir şeyle oyalamayın. Boşuna uğraşmayın; memnun edemezsiniz. Ağlayan çocuk şefkat ister, ilgi bekler. Kalbimiz de ağlıyor. Kalbimiz ‘Allah’ demek istiyor. Allah ile olmak istiyor. Biz ise tutmuşuz, Allah’ın yarattığı şeylerle oyalanıyoruz, Allah’ın yarattığı kalbimizi Allah’ın yarattıklarıyla meşgul ediyoruz. Kalbimiz bunlara kanmaz, aldanmaz.

İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır.
Kalp kırıldıysa—ki bu bazen kendi kalbimiz de olabilir—kalbimizden de özür dilememiz gerekiyor. Özrü kalbinden dileyen, Allah’tan da dileyebilir. Kalbini bilen, Rabbini bilir. Bunu yapabiliyorsa, ancak o zaman huzuru bulabilir. Gerisi boş…

Kalbimize bir özür borçluyuz.
Kalbimizi Yaratana ise daha fazlasını…
İnsanın hayatı, kalbinin hayatıdır çünkü…

KALBİMİZE İYİ GELECEK BİR ÖYKÜ

Bir bakım evinde, kederli, yaşlı bir kadın vardı. Hiç kimseyle konuşmaz, kimseden bir şey istemezdi. Sadece sallanan, eski ve kırık sandalyesiyle ilgilenirdi.

Yaşlı kadının hiç ziyaretçisi de olmazdı. Fakat sabahları, hassas ve düşünceli bir hemşire odasına gelirdi. Genç hemşire, yaşlı kadınla konuşmaya ve ona bir şey sormaya kalkmadan, yanına gelir, sallanan sandalyesine oturmuş yaşlı kadını sallardı.

Haftalar ve aylar öylece geçti. Sonra bir gün bakımevi sakinlerini şaşırtan bir olay oldu. Yaşlı kadın aylar sonra ilk kez konuştu. Söylediği söz, onu her gün sallayan hemşireye, “Teşekkür ederim” demekten ibaretti. “Beni salladığın için teşekkür ederim.”
(Dostluk Öyküleri, Selim Gündüzalp)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*