Işid’i işittik nihayet.. Medet Allah’ım medet!..

Açılımı “Irak Şam İslam Devleti” şeklinde okunan IŞİD, ilk kuruluşundan bu yana, bütün dünyaya “biz IŞİD’iz, bizi işidin” diye eylemleriyle bar bar bağırıyordu. Onca kanlı eylemlerine rağmen, kendilerini bunca tanıtamamış ve duyuramamışlardı. Tâ ki, Musul’un işgali bütün dünyada ilk haber oluncaya kadar.

Ve nihayet biz de işittik IŞİD’i! İşittik ama, neden sonra!.

“Ba’de harab-ül Basra” (Basra harap olduktan sonra) deyiminin fiilî tatbikat alanına dönüştürülen Irak’ta, yüz binlerce insanın yerlerinden yurtlarından edilip göçe zorlanmasından sonra.. Musul işgal edildikten ve  Başkonsolosluğumuzun kuşatılıp, çalışanlarının rehin tutulmasından ve daha nelerden sonra. Gerçi Irak’ta ve Suriye’de kendilerini IŞİD olarak tanımlayan bir grubun şiddet ve terör estirerek savaştığını duyuyorduk. Ama Musul’u en ufak bir mukavemetle karşılaşmadan kolaylıkla işgal eden IŞİD, dünyanın dikkatıni üzerine çekti.

Artık sağır sultan bile duydu ya, bizim devletlülerimiz sağır olmadıklarına göre çok öncesinden, hatta ilk saha-i zuhura çıkışlarından bu yana, bu örgütü tanımış olmaları lazım, diye düşünmekten bizi alıkoyacak bir sebep yok. Bu “tanımak” ifadesiyle meşru sayılmak mânasını ihsas etmek istemiyoruz. Lâkin bu da bir gerçektir ki, hükûmetimizin takip ettiği Orta Doğu siyasetinde, Beşşar Hafız El-Esed’e karşı öyle siyasî ve inadına bir cephe oluşturuldu ki, Suriye’de Beşşar Esed’le savaşan kim olursa olsun, “hayırhahımız” olarak addedildi. Bu muhaliflerin netice itibariyle ülkemiz için bir tehdit oluşturabileceklerine pek bakılmadı.

IŞİD’e koşanların, “işittik ve itaat ettik” diyerek cansiperane saflarına katılanların ruh hallerini anlamamız mümkün değil. Kaldı ki, karekterlerinin ve ruh hallerinin ötesinde jeopolitik ve sosyopolitik başka sebepler de vardır. Perde gerisinde tetikçilerin olduğu da muhakkaktır! Irak’ın işgali sırasında yapılan zulümler, Amerikan conilerinin işkenceleri ve namusları payımal eden tecavüzleri, Suriye’deki BAAS baskısı, Lübnan’da baskıcı siyasetler gibi kışkırtıcı unsurlar da; zaman içinde bölgedeki “tezkiyeci ve terbiyeci” Selefîlikten cihatçı ve tekfirci Selefîliğe kaymalara sebep oldu. Bu bapta tam bir “akıl tutulması” ve tam bir “kâfir hilesi” seziliyor. Çünkü kendi vatanlarını işgal eden kâfir ve zalimlere karşı gösteremedikleri kahramanlığı ve fedaîliği, kendi dindaşlarına ve vatandaşlarına göstermeye başladılar. Halbûki kâfir istilasına ve haricî düşmanlara karşı tek çare; mezhep ve etnik farklılıklar nazara alınmaksızın yekvücut olup, haricî düşmanları püskürtmek ve onlara hadlerini bildirmekti. Harim-i namuslarına uzanan namahrem elleri kesmekti. Ve hâla da bu olmalıdır. Ne yazık ki hâla vaziyet tam tersine işletiliyor. Müslüman müslümanı katlediyor. Dehşet verici bir hal!

Nasıl bir senaryo, nasıl bir kurguysa; işgalden sonraki süreçte, “Irak Şam İslâm Devleti” ünvanıyla ortaya çıkan bu grup, Irak-Suriye merkezli güya İslâmî bir devleti kurmak emeliyle bir başka boyuttaki çatışmanın fitilini ateşliyor. Aslında bu hayalî devletin ismini Türkçeye çevirenler, önemli bir şeyi dikkatten kaçırıyorlar. O du şudur: Şam şehrinin arapçası Dımeşg’tir. Örgüt isminin arapçasında geçen Şam’dan kasıt Suriye’dir. Hatta Büyük Suriye’dir, Bilâd-ül Şam’dır.. Bunun anlamı da, örgütün sadece Irak ve Suriye’yi değil, Lübnan’ı da hâkimiyetine almak istediğidir. Yani bu hayalî devletin Türkçe’deki doğru adı, “Irak ve Büyük Suriye İslam Devleti.”

IŞİD’i böylece bildik ve işittik de, işitmez olaydık! Cenab-ı Hak, İslâmiyetin manevî hâkimiyetini ve imanın daimî hayat kurtarıcılığını böylesi İslamî (!) oluşumların ve “siyasal İslamcı”ların eline bırakmasın. Amin.

Görünüşte, İslam şeriatını hâkim kılmak, İslâm’ı bid’atlardan temizlemek adına meydana çıktıkları için, “kelle koltukta” fedailer ve mücahidler de bulabiliyorlar. Kendilerine Avrupa’dan, Amerika’dan, Türkiye’den ve Kafkaslar’dan katılımlar oluyor. AB üyesi ülkeler, Avrupa’dan Suriye’ye giden vatandaşlarının radikalleşerek ülkelerine geri dönüp terör estirmelerinden endişelidirler. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçildiğini ileri süren Avrupa siyasetçileri, bu husustaki tedbirlerin arttırılmasını Ankara’dan bekliyorlar.

Ortadoğu’daki kaos, kargaşa ve çatışma ortamından çıkış yolları elbetteki İslâm ve barış düşmanlarının ileri sürdükleri kanlı ve bölücü projelerle olamazdı. Bediüzzaman’ın, Alem-i İslâm için tesbit ettiği en büyük üç düşman; cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaftı. Bunlara karşı san’at, marifet ve ittifakla savaşılacaktı. Ama bu yola başvurulmadı. Fakirlik, cahillik ve ihtilafı arttıracak politikaların fitili ateşlendi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da kurulan sistem çökerken, aynı sistemin inşa mühendisleri peşpeşe BOP ve Arap Baharı gibi, sözde cazip hakikatte kâzip tapripkâr ve yıkıcı projeleri devreye soktular.

Tam bu noktada Bediüzzaman’ın yol göstericiliğine, iman ve Kur’an hakikatlerine şiddetle ihtiyaç vardı. Ama AKP’nin de dahil olduğu Büyük Ortadoğu Projesi içinde ve Arap Baharı yalanında Risale-i Nur hakikatlerine ve müsbet harekete yer yoktu. AKP, Türkiye içinde de aynı menfî politikayı güdüyor. Bu gidişle Ortadoğu manzaralarının Türkiye’ye taşınabileceğinin tasavvuru bile ürkütüyor.

Medet Yâ Hâkim-i Zülcelal, medet!..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*