Işıltılı dünyanın perde arkası

Image
Öyle güzel bir dinin mensuplarıyız ki, ne kadar şükretsek azdır. “İnneme’l-mü’minûne ıhvetün” (Mü’minler ancak kardeştir) âyetini kendilerine rehber edinen, bu dinin mensupları, birbirlerinde fani olmanın zevkini hem dünyada hem de ahirette yaşamaktadırlar.

Mü’minleri bir vücuda benzetir Hz. Peygamber (asm). Vücudun her hangi bir yerinde meydana gelen acı bütün vücudu nasıl kaplarsa, mü’minler arasındaki sıkıntılar da o derece hissedilmekte ve o sıkıntılara çözüm getirilmektedir.

Yine bir hadis-i şeriflerinde “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyuran o yüce Nebî (asm) insanların toplum içerisinde birbirlerine sahip çıkmalarını sağlayacak bir düsturu hayata geçirmekle sosyal bir yaranının da, büyümeden kapanmasını sağlamıştır. Bu düstura riayet eden mü’minler her devirde huzurlu bir toplum olarak âleme kendilerini duyurmuşlardır. Ne zaman ki bu düsturlar hayatımızdan çıkıp gitmiş, işte o zaman batının içine düşmüş olduğu ‘unutulmuşluğun’ sıkıntısını tüm zerrelerimizde hissederek yaşamışızdır. Batının bu yalnızlığını yansıtan şu olayı, ibret alınması ve aslî değerlerimize daha çok sahip çıkılmasına vesile olması için nazarlarınıza sunmak istiyorum. Bu olayı okuyunca nasıl ulvî bir dinin mensupları olduğumuzu daha iyi göreceğiz.

***

Evet, o da bir insandı. Hem de milyonlarca insandan birisi. Onun bu dünya hayatı mamurdu. Parası, makamı, bir insana lâzım olacak tüm imkânları onda fazlasıyla mevcuttu. Kısaca akla gelebilecek ve ne lâzım olacaksa her şeyi vardı. Yalnız bir şeyi yoktu, güvenebileceği, dertlerine veya fikirlerine ortak edebileceği bir dostu yoktu. Onun dünyasında hep yalnızlık vardı. Yalnızdı. Bu yalnızlık zaman zaman onu üzse de, medeniyetin ışıltılı ve cezbedici yönü onu içine alıyor ve bir müddet o yalnızlığını unutturuyordu. Adı Wolfgang Dircks olan bu vatandaş Alman asıllı olup, yine Almanya’nın Hamburk şehrinde 18 katlı bir apartmanın bir dairesinde hayatını sürdürüyordu. Henüz daha 43 yaşlarında idi. Aile bağı diye hiçbir mefhumu yoktu. Çünkü öyle yetiştirilmişti.

1993 senesi sonbaharında onun yalnızlığını giderecek tek arkadaşı olan ‘televizyon’un karşısında bir kalp krizi sonucu yalnızlığına veda ettiğinde de kimsenin haberi olmadı. Çünkü onlarda ‘komşuluk’ mefhumu gibi bir mefhum yoktu. Onlarda birinin derdiyle dertlenmek gibi duygu gelişmemişti

Ertesi gün de kimse fark etmedi Wolfgang’ın öldüğünü… Ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da fark edilmedi. Fark edilmesine de bir sebep yoktu zaten. Çünkü o kimsesizdi. Hem zaten banka otomatik olarak elektrik, su, kira ve diğer borçlarını düzenli bir şekilde ödüyordu. Hani bir söz vardır ya; ‘hazıra dağ dayanmaz’ diye.. Wolfgang’ın da bankadaki kendisine bir ömür yetecek olan parası beş yıl gibi kısa sürede bitti. Tam beş yıl sonra Wolfgang’ı arayan biri çıktı. Bu arayan da elbette yakını değildi, çünkü yakını diye bir kimse yoktu. Bu arayan Wolfgang’ın ev sahibinden başkası değildi. Beş yıl müddetince bankaya gidip kirasını rahatlıkla alan ev sahibi ilk defa bankadan o ay kirayı alamadığı için Wolfgang’ı aramaya çıkmıştı

Ev sahibi zile uzun uzun bastı. Fakat ne kapıyı açan vardı, ne de içeriden gelen bir tıkırtı. Wolfgang evde yoktur diye geri döndü ev sahibi. Ertesi gün yine geldi, yine kapıyı açan yoktu. Birkaç gün sonra yine geldi ev sahibi. Zile yine uzun uzun bastı ama ne gelen vardı, ne giden. Ev sahibi durumu polise haber verdi. Polis tetkik için eve geldi kapıyı bir çilingir vasıtasıyla açıp içeri girdiklerinde korkunç bir manzara ile karşı karşıya kaldılar. Her taraf toz toprak içerisinde… Duvarlar örümcekler tarafından istilâ edilmiş. Polisler yavaş yavaş oturma odasına doğru ilerlediklerinde daha korkunç bir manzara ile karşılaştılar. Sandalye üzerinde etleri çürüyüp gitmiş bir iskelet. Bu iskelet Wolfgang’un cesedinden başkasına ait değildi. Karşısında sürekli çalışma sonuncunda kendi kendine infilak etmiş televizyon vardı. İskeletin kucağında yere düşmeden duran bir dergi vardı, televizyon dergisi. Yer yer sararmış yaprakları, 5 Aralık 1993 tarihini gösteriyordu.

İşte Batının insanlığa hediye ettiği durum. Sefih medeniyetleri nasıl kendi başlarını yiyorsa, diğer insanlara da aynısını göstermek istiyorlar. Görülüyor ki, maddeyi ön plana alıp maneviyattan mahrum bırakılan insanlık dramından başka bir şey değil bu durum.

Bunun yanında, bir de hor görülüp aşağılanmaya çalışılan İslâm’ın ortaya koyduğu değer yargılarına ve insana verilen itibara bir bakın. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” prensibinin hayata geçirildiği bir toplumun halet-i ruhaniyesi ile, her şeyini ‘egoizm’ düsturları üzerine bina etmiş bir toplumun halet-i ruhiyesini yukarıdaki olay çok net olarak bizlere göstermekte… Gerisini anlatmaya lüzum var mı?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*