İslâm âleminde meydana gelen olaylar ve Bediüzzaman’ın tesbitleri

Son zamanlarda İslâm âleminde meydana gelen olaylar herkesin dikkatini çekmekte ve farklı kesimler tarafından bazı tahliller ve tesbitler yapılmaktadır.

Biz iman ediyoruz ki, Mevlânâ Hazretlerinin dediği gibi, havada uçuşan okları gördüğün zaman o okların tesadüfen uçuştuğunu sanma ve onları nişan alıp atan okçuyu düşünmeden geçme.

 İslâm âlemindeki olaylar bu uçuşan oklara benziyor ve inanıyoruz ki, bu hadisat perdesinin altında kader-i İlâhinin hikmetleri ve sırları gizlidir. İşte bu hikmetlere ve sırlara bu makalemizde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin nazarıyla bakmaya çalışacağız.
1. 21. Asır’da tamamıyla akıl ve ilim hükmedecek; hâkim, hükümlerini akla ve ilme tesbit ettiren Kur’ân olacaktır
Bediüzzaman, 1911 yılında aralarında 100’den fazla âlimin de bulunduğu Emeviye Camiindeki 10.000 kişinin üzerindeki cemaate şu müjdeyi vermektedir: ‘‘….akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.’’ 1. Gerçekten de başta Mısır olmak üzere Libya, Tunus ve benzeri İslâm ülkelerinde meşveretin yani günümüz ifadesiyle demokrasi ve insan haklarının yolunu açan en mühim kapı, Twitter, Facebook ve benzeri “Second Life” yani İkinci hayat tabir edilen teknoloji ve bilimin meyveleri olmuştur. Mısır’daki askerî idarenin başbakan değişikliğini dahi Facebook yoluyla ilân etmesi manidardır. Artık dünyada hiçbir şey gizli kalmayacaktır. Diktattörlükler devri böylece kapanacaktır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle biz Müslümanlar ‘‘hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya’’ 2 asla karşı olamayız. Adalete ve hakkaniyet hizmet eden insanlığın sosyal ve siyasî hayatına faydalı sanatlar arasında ikinci hayat diye özetleyebileceğimiz, Facebook ve Twitter’lar da girmektedir.

Bu konuda en önemli bir gelişme de şudur: Hem 2008’de yaşanan global ekonomik kriz ve hem de Türkiye ve Malezya gibi Müslüman devletlerin endüstride, teknolojide ve fen bilimlerinde Avrupa ile yarışır hale gelmesi, İslâm âlemiyle alâkalı ümitleri daha da kuvvetlendirmektedir. Bedizüzzaman Hazretleri, bir tesbitinde, ‘‘Biz fakiriz, hafifiz; Avruplılar şimendifer ile yürüdüler ve bizi geçtiler; ancak biz balona uçup onları geride bırakacağız’’ diye haykırmaktadır. Gerçekten de teknolojinin bazı altyapılarında, on yıllık Avrupa altyapıma dayanarak söyleyebilirim ki, Türkiye çok ileri adımlar atmış ve çoğu Avrupa ülkelerini geçmiştir. Alman Başbakanı Merkel’in 2011 Cebit Fuarında bakanımıza hitaben söylediği, “Bu teknolojiler sizin mi?’’ cümlesi de bizi teyit etmektedir. Bunu vurgulayan Bediüzzaman “Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. 3
2. Risâle-i Nur, İslâm âlemi ile Türkiye arasında köprü olmuştur
Risâle-i Nuru okuyanların hatırlayacağı üzere, Risâle-i Nur’un iki ana hedefi bulunmaktadır:
Birincisi; “Hıristiyan dînini mağlûb eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına mukabil Risâle-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir.’’ 4 Eğer Türkiye, bütün dünyayı inim inim inleten ve milyonların hayatına mal olan komünizm belâsından kurtuldu veya az yaralar ile bu belâyı savuşturduysa, bunda Risâle-i Nur adlı eserlerin payları elbetteki büyüktür.

İkincisi: “Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek’’ ve “eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmek’’ noktalarında Risâle-i Nurun oynadığı rol ortadadır. 5 Mevcut beşerî medeniyetler, cemiyeti teşkil eden fertler arasındaki bağı ırkçılık ve menfî milliyet olarak görür. İslâmın getirdiği medeniyette ise, cemiyet fertlerini birbirine bağlayan bağlar, din ve vatan birliğidir. Menfî milliyet ve ırkçılığın neticesi, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüz ve zulümdür. Amerika’da Kızılderili ve Zencilere, Güney Afrika’da Zencilere ve Rusya’da ise Slav kökenli olmayan insanlara reva görülen zulümler, bunun en bâriz ve çirkin misalleridir.
İslâm medeniyeti, fertleri kaynaştıracak ve birleştirecek en sağlam bağın din bağı olduğunu ilân ettiğinden dolayı, İslâm kardeşliği gündeme gelmiş ve on dört asırdır yaşanan olaylar da bu kardeşliğin bütün dünya Müslümanlarının bir milletin efradı gibi aynı çatı altında topladığını isbat etmiştir.

1989 senesinde hacc münasebetiyle görüşme fırsatını bulduğum Sudan Şeyhülislâmı ile aramızda geçen şu muhâvere, İslâm kardeşliğinin hâlâ bizler için en mühim bir tesânüd sebebi olduğunu açıkça göstermektedir: Bana sordu: Yeni Cumhurbaşkanınız ne zaman seçilecek? Ekim sonunda cevabını verince, şu soruyu yöneltti: “Acaba seçilmesini istediğiniz birisi var mı? Varsa ismini verebilir misiniz?” Bu sorular karşısında şaşkınlıkla sordum; neden bu kadar ısrarla soruyorsunuz? Neden? Cevap çok manidar: “Gece namazlarında ve sabah namazlarından sonra duâ edelim diye soruyorum; zira bu mesele sizin kadar bizi de ilgilendiriyor. Siz bin senedir ‘âlem-i İslâm’ın bayraktarı ve bizim ağabeyimiz idiniz. Şu anda 60 senedir biz sahipsiz kaldık.” Bu hadise tarihde yaşanan binlercesinden bir tanesidir. Tarih boyu, ne zaman Avrupa devletleri bize iğne batırsa, âlem-i İslâm bağrına hançer saplanmış gibi tepki göstermiştir. Bazı istisnaî olaylarla bu manayı inkâr etmek mümkün değildir. Kur’ân buyurmuyor mu “Elbette bütün mü’minler kardeştir” 6 diye.

Şu anda İslâm âlemi bu kardeşliğin yeşerdiğini yaşamaktadır. Hatta hem Avrupalılar ve hem de İslâm âleminin kahir ekseriyeti, Türkiye’nin rol model oluşunu olumlu mânâda tartışmaya başlamışlardır. Başta Ezher uleması olmak üzere İslâm âleminde âlimlerin Risâle-i Nura sahip çıkmaları ve Nurların yüze yakın dile tercüme teşebbüsleri bunun en canlı misalleridir.

3. “Birleşik Müslüman Devletler Topluluğunu’’ gerçekleşeceğini Bediüzzaman meşverete uyulması şartıyla müjdelemiştir.
Bildiğiniz gibi İslâmın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Belki idarede tamamen meşveret prensibi hâkimdir. İslâm âleminin kurtuluşu ancak bugün demokrasi veya hukuk devleti diye ifade edilen ve İslâmiyette meşveret prensibi olarak bilinen usulle mümkündür. Bediüzzaman’ın meşveret ile kastettiği de budur: “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz belki dört yüz milyon İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüt eden hürriyet-i şer’iyedir.’’ 7
Devletin işlerinin yürütülebilmesi için İslâmın öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’ân âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’ân’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır. 8

Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır. 9  Bediüzzaman bu noktayı Sünûhat adlı eserinde vuzuha kavuşturmuştur; yani İslâm hukukunun da birkaç kişiden oluşan şûrâ meclisleriyle devam edemeyeceğini ve bunun daha umumî bir meclise bırakılması gerektiğini vurgulamıştır:

“Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona uygun olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.’’ 10

Bediüzzaman 1915’li yıllarda ve bugün İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı 56 Müslüman devlet yokken bunların doğacağını ve bu doğuşun aslı İslâmın bayramı olacak Birleşik İslâm Devletlerine mukaddime teşkil edeceğini söylemesi de çok manidardır. Ben bu kargaşalı olayların, İslâmın bayramı olacak büyük hadisenin doğum sancıları olduğuna inanıyorum. Şu tesbitleri tekrar tekrar okumak gerekiyor: “Çok zamandanberi esaret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde; Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye (Pakistan’ın kasdediyor), Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye (Endonezya’yı kasdediyor) ve Arabistan’da dört-beş hükûmet (henüz o tarihte var olmayan Suudi Arabistan, Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Mısır ve Körfez Ülkelerini kasdediyor) bir cemahir-i müttefika gibi, Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini’’ 11 teşkil etmektedir.
Bediüzzamn’ın bu İslâm âleminin büyük bayramının tahakkuku için bütün Müslümanlardan isteği şudur: Hikmet ezel ufkundan kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile her tarafa dağılarak kuruyan ve buharlaşan su gibi, katre katre zayi’ olan hamiyet ve kuvvetinizi İslâmiyet milliyeti ile birleştiriniz İslâmın haşmet ve şevket güneşini cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin (Birleşik İslâm Cumhuriyetleri) tarzında tahakkuk ettirip koruyunuz.
Şu cümleler, sanki bugün İslâm âleminde esaret ve tahakküm altında ezilen Müslüman milletlere açıkça seslenmektedir: “Hem de hürriyet-i şer’iye denilen ve sosyal hayatınız için zarurî olan, Sübhan ve Ağrı Dağları gibi istikbalin zirvelerinde ve tepelerinde ayağa kalkmış, nefsin esareti altına girmeyi yasak etmiş ve gayre tecavüzü tecviz etmeyerek İslâma dayanan hürriyet-i şer’iye, yüksek sadâ ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve dağınık insanlara fen ve san’at silâhıyla “cehalet ve fakirliğe hücum ediniz” emrini veriyor.’’ 12
50 yıldır bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, kendi içinden diktatörlerin elinde mazlûm durumuna düşen Müslüman Arap kardeşlerimizi mevcut halini 100 sene önce öngören Bediüzzaman, özellikle Araplara farklı bir şekilde seslenmektedir:

“Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi yeryüzünün yarısında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, İnşâallah nesl-i âti görecek.’’
Üstad’ın bu sözlerini yorumlayan Zübeyir Ağabey de aynı mânâyı haykırmaktadır:
“Ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet (…) İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlâhîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.’’ 13
Avrupa ve Amerika’nın korktuğu da budur. Ancak onların da korkmasına gerek yoktur; zira İslâmın bu büyük bayramında onların da payı olacaktır.

DİPNOTLAR:

1-  Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, sh. 27 vd.
2-  Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 17. Lem’a, Beşinci Nota.
3-  Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, sh. 28 vd.
4-  Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 494.
5-  Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 494.
6-  Kur’ân, Hucurât., 10.
7-  Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, sh. 60, Altıncı Kelime.
8-  Kur’an, Al-i İmran, 159; Şûrâ, 38; Nebhan, 161-162; Ebu Fâris, 79-92.
9-  Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Evrakı Tasnifi, No: 23-1516, 1515; 14-1610; 14-154; Alûsî, Ruh’ul-Maânî, c. 28, sh. 20-22; İbn’ül-Kayyım, İ’lâm’ül-Muvakkıîn, 4/373 vd.
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat.
11- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 521.
12- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, sh. 50-51.
13- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, sh. 521.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*