İslâm dünyası ve değişimin Nur ihtiyacı

Son haftalarda bazı İslâm ülkelerinde ortaya çıkan çeşitli içtimâî hareketler hararetli tartışmalara konu oluyor.

Giriş

Son haftalarda bazı İslâm ülkelerinde ortaya çıkan çeşitli içtimâî hareketler hararetli tartışmalara konu oluyor.

Bu vesileyle hadiselere Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla bakarak doğruları ortaya koymakta fayda var.

 

Halk hareketleri, nereden nereye…

İslâm toplumu, en az üç yüz yıldır, hastalığı görünür halde olan bir vücut gibi.

Zaman zaman görülen isyanlar ve halk hareketleri bu bünyenin çeşitli yerlerinden bir biçimde patlak veren cerahatler ve sivilcelere benzetilebilir. Yani bunlar sonuçtur; sebep bünyeseldir.

İslâm toplumu bir değişim geçiriyor. Bu değişimin odağında hiç şüphesiz küreselleşmenin de etkisiyle, çeşitli medya araçlarından ya da en azından ekranlardan ve internetten öğrenilen refah ve hürriyet arzuları ve talepleri var.

O halde öncelikle taleplerin meşrûiyeti ve olması gereken yönü sorgulanmalı.

Halk ne istiyor?

Yirmi yıl önce Doğu Bloku çöktüğünde, özgürlük talepleri, bir yandan insânî özgürlükler diğer yandan basit ve hayvancasına serbestlik arzusu biçiminde görünüyordu. İkinci talepler galip geldi ve bugün o toplumlar sefahetin pençesinde kıvranıyorlar.

İslâm ülkelerindeki halk hareketleri de iki temel kavram üzerinde şekilleniyor: Hürriyet ve ekmek talebi.

Bilhassa Batı medyası, bilinçli ya da bilinçsiz biçimde, Müslümanların “ekmek” talebini hürriyet talebinin önüne geçiriyor ve ana rengi “madde” ile sınırlıyor.

Bu noktada Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünün mânâsı önem kazanıyor.

O halde İslâm toplumuna söyleyecek çok şeyimiz var: Yönetimleri eleştirir ve değiştirirken, ekmek istemekle yetinmeyip hürriyeti de istemek gerekir. Aksi halde ekmeğin bir kıymeti kalmaz. Bir müstebit gider, diğer müstebit gelir.

Halk nasıl istiyor?

Halk hareketlerinin meşrûiyetinin sınırı, hiç şüphesiz, masumların hakkına zarar vermemektir.

Gösterilerde ölenler kendilerini feda etmiş ve bu sebeple ölmüşlerse, ulvî bir ideal için şehit oldukları düşünülebilir.

Ancak göstericiler birbirini vurmuşsa vuran zalimdir. Zira iç savaş, bir “savaş” değildir.

Bu noktada ise Bediüzzaman’ın “müsbet hareket” dediği metod önem kazanıyor.

İslâm toplumuna söyleyecek çok şeyi olan bizler; şunu haykırmalıyız: Haksızlıkla hakka ulaşılmaz. Kardeş kavgası bir fitnedir. Bu günü kazandırabilir, ama aslında uzun vadede ancak toplumun birlik bağlarını ve geleceğini yok eder.

Devletler dönüşüyor mu?

Yapılan bazı değerlendirmelerde İslâm ülkelerindeki devletlerin demokrasiye geçmekte olduğu ve yaşananların bu değişimin sancıları olduğu ifade ediliyor.

Bu bir arzu ve temenni olarak doğru ve güzel bir hedeftir. Ancak demokrasi bir rejim olmaktan önce bir kültürün adıdır ve İslâm toplumu—-başta Asr-ı Saadet olmak üzere İslâmın en güzel mânâda yaşandığı dönemler hariç—ne yazık ki demokrasi kültüründen oldukça uzakta kalmıştır ve elbette bunda haricî odakların büyük rolü vardır.

İslâm toplumunun hücre yapıtaşı olan bireylerden başlayan ve giderek kitlelere yayılan bünyesel bir değişim yaşanmadıkça, bu tür küçük etkileşimler hızlı dönüşümler sağlayamaz.

Toplumu değiştirmek ve dönüştürmek ise devleti değiştirmekten her zaman daha zor, fakat daha kalıcı ve faydalıdır. Zira hürriyetler asrındayız ve devletlerin bireyler üzerindeki gücü gün geçtikçe azalmaktadır.

O halde Müslümanlar şunun da şuurunda olmalıdırlar: Devleti istibdattan uzak tutmak devlet için yeter. Dindarların devleti ele geçirmesi gibi bir ara ya da ana hedef gerçekte yanlış hedeftir. Devletin dindarlaşması, bir hedef değil, bireyin ve toplumun dindarlaşmasına bağlı olarak fıtrî biçimde ortaya çıkacak olan; kendiliğinden-sonuç türünden bir neticedir.

Nitekim İslâm dünyasının son elli yılında, bağımsızlık mücadelelerinden çıkan devletler, demokrasiyi hazmedememiş çok sayıda müstebit devrimci tarafından halkları yönetmek için araç olarak kullanılmıştır.

O kadar ki devrimlerle iktidarı elde eden bu müstebitler, kendilerinden önce sömürgelerin yaptığı zulmün kat kat fazlasını–güya kendilerinden olan—halklarına reva görmüşlerdir.

Değişmeyen öncelik ve dersler

İnsanın değişmeyen önceliği ölüme ve sonrasına hazırlanmaktır. Elbette bu hazırlık dünyayı kalben terk etmeyi gerektirir; yoksa kesben de terk etmek mânâsına gelmez.

Günümüzde materyalizm, aklın bir korku maskesi durumundaki komünizm kılıfından kurtulmuştur. Ancak dolaylı ve daha şirin maskelerle bütün insanlığı kemirmeyi sürdürmektedir.

İslâm toplumunun imandan gelen nura ve iman takviyesi için nasihate her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.

O halde, Nur göstermek imkânına sahip olanlar, başka işle mümkünse hiç ilgilenmeksizin, bütün İslâm toplumuna ve giderek bütün dünyaya “Nur”u ulaştırmalıdır ve bu vazifeye dört elle sarılmalıdır:

Zira ferdî iman olmadan sıhhatli bir içtimâî hayat olmaz. İçtimâî hayat sıhhatli değilse, devlet neredeyse hiçbir derde devâ olamaz ve aksine daha çok dert üreten bir mekanizmaya dönüşür.

O halde Nur göstermek iddiasında olanların İslâm toplumuna mesajı şu olmalı: Devlete gereği kadar kıymet verin. Ne az, ne fazla.

Asya’nın bahtının miftahı: Meşveret

İnsanın şahsî hayatındaki istikameti, imanına bağlıdır. İmanı elde etmesi ise kendi aklı, kalbi ve vicdanı ile meşveret etmesine bağlıdır.

Sosyal hayatın sıhhati ise “toplumsal iman” da denilebilecek olan “meşveret” yani demokrasidir.

Devletin demokratik bir devlet olması, insan haklarına saygı göstermesi, sosyal adaleti sağlamayı üstlenmesi gibi fonksiyonlar ise, ancak yukarıdaki ilk iki basamağın üzerine gelirse bir mânâsı vardır.

Meşveretten ittihada…

Meşveretin hakkına riâyetten sonradır ki, Bediüzzaman tarafından “bu zamanın en mühim farz vazifesi” olarak nitelenen İttihad-ı İslâm’a ulaşılabilecektir.

Zira bir İslâm ülkesinin halktan kopuk idarecilerinin, komşu ülkenin halktan kopuk idarecileri ile yapacağı ittifak, ittihadı temin etmez. Olsa olsa geçici ve üstelik pek muhataralı bir kuvvet temin eder.

Bugün, İslâm’ın geleceği adına söyleyecek sözü olanlar; Risâle-i Nur gibi büyük ve çağdaş bir kaynağa sahiptir. Bu kaynak, Kur’ân’a tâbi olarak, ittihadı kalplerden başlatmakta, oradan toplumun katmanlarına, oradan bütün İslâm toplumuna ve giderek bütün kâinata mal etmenin rotasını vermektedir.

Risâlelere sahip çıkanlar, “çok dil”e sahip olmalı, “tam ihlâs”ı elde etmeli, dilini ve kalbini konuşturarak kardeşlik nağmeleri söylemelidir.

Zira kalplerdeki ve coğrafyalardaki sınırlar kalkınca İslâm toplumunun bünyesi canlanacak, birliğinin ve gayesinin farkına varacak, Bir’in halifesi olmanın gereğini hakkıyla yerine getirecek, cemaatle söylenen Allahüekber sedâsının mânâsını hep birlikte kâinatın her tarafında dalgalandıracaktır İnşâallah.

Bütün sosyal çalkantılar, İttihad-ı İslâm hedefini gündeme daha fazla getirmeye yardımcı olmalıdır. Zira asıl hayat ittihaddadır.

O halde bu seneye İttihad-ı İslâm senesi dense yeridir. Ferâset ve gayret mü’minlerden, tevfik Allah’tandır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*