İslâm Korkusu

Öğle namazının farzı için kamet getirilirken, Ramazan Efendi elinde imam cüppesi ile etrafına bakındı; sonra giymem için bana uzattı. Caminin müezzini görevle başka bir yerdeymiş, imamı da hafta sonu iznini kullanmak ihtiyacıyla, uygun birini imamete geçirmesini Ramazan Efendi’ye tembih edip gitmiş.

O da teklifini israrla bana yapıyordu, mecburen kabul ettim; daha ehil biri yoksa, imameti kabul etmek icap ettiği için.

Namaz bitip dua da yapıldıktan sonra, Fetih Suresinin son âyetlerini aşr-i şerif olarak okudum. Camiden çıktıktan sonra, arkamdan elli yaşında kadar gözüken uzunca boylu bir zat gelip bana yetişerek bazı sorularının olacağını söyledi. O da, ilk sorduğu soruya bakılırsa camide bulunanlardan olmalıydı, ama ben fark etmemiştim. Bana ilk sorusu:

“– Namazdan sonra okuduklarınız, tarikatçıların zikre başlarken okudukları dua mıydı?” oldu. Ben, okuduğumun Kur’an-Kerîmin Fetih Suresinin son âyetleri olduğunu, umumiyetle öğlen namazından sonra bu âyetlerin okunduğunu söyledim. Bu sorusuyla, sanki benim tarikatçı olup olmadığımı araştırıyor gibiydi.

Otomobillerin sırayla park ettikleri yolun kenarına gelmiştik. Yoldan geçen otomobillere yol vermek için birlikte bir an durup bekledik. O, ikinci sorusunu sordu:

“ – Allah’ı biz nasıl bilebiliriz?”

Bu sorusu üzerine, yol kenarında park etmiş otomobilleri gösterdim;

“ – Bu otomobiller, kendilerini yapan mühendisi, ustayı, fabrikayı; veya bir tablo kendisini yapan ressamı bilir mi?” diyerek, o­nun bana sorduğu sorusuna karşılık ben de o­na bir soru sordum. Bu sorum üzerine durgunlaştı ve düşünceye daldı.

Onun cevabını beklemeden ben devam ettim:

“ – Otomobil, kendisini yapan mühendisi; tablo, kendisini yapan ressamı bilemez. Bunun gibi, mahlûk (yaratılmış olan) insan da Hâlıkını (yaratıcısını) tam bilemez. Allah yarattıklarının en mükemmeli olan insana, isim ve sıfatlarının âlemdeki tecellileriyle kendisini bir dereceye kadar tanıttırabilecek akıl ve ene (benlik) vermiştir. Bunları veriliş maksadına uygun olarak kullanıp Allah’ı, kâinat kitabındaki tekvinî âyetleri (ispatları, delilleri), gönderdiği Kur’an’daki kelâm sıfatının tecellîsi olan âyetleri ve gönderdiği son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.)’in öğreticiliğiyle tanımak: ‘Marifetullah’tır ve bu, insanın dünyadaki en mühim vazifesidir.”

Muhatabımın başlangıçtaki biraz tebessüm ifadeli olan yüzünde gittikçe artan bir ciddiyet hali görülüyordu. O ciddîleşmiş haliyle, bana üçüncü olarak sorduğu son sorusu da:

“ -Tarikata girmek şart mıdır?” oldu. Bu sorusuna cevap olarak da önce,

“ – Müslümanlıkta tarikata girmek diye bir şart yoktur.” dedim ve hemen ilave ettim:

“-Ama tarikata girene de; ‘-Niye tarikata girdin?’ diye sorulamaz. İsteyen Müslümanlığını tek başına yaşamağa çalışır, isteyen de bir tarikata veya dinî cemaate dahil olur. Bu, o­nun bileceği iştir, buna kimse müdahale edemez. Müdahale edilmesi, temel hak ve hürriyetlerimizden olan din ve vicdan hürriyetimizle bağdaştırılamaz. Bunu şöyle basit bir misalle daha iyi anlayabiliriz. Hayat uzun bir yolculuktur. İnsan ezelden gelmiş, ebede gitmektedir; ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, ruhunun ceset elbisesini giyerek geldiği dünyadan sonra berzah (kabir), daha sonra da haşir ve Mahkeme-i Kübrâyı müteakip ebedî hayatının başlayacağı bir âleme gidiştir. Bir yolcunun, yolculuğunu tek başına veya bir gurupla birlikte yapması o­nun tercihidir; bu tercihe karışılamaz. Bazıları: ‘ – Ben tek başıma giderim.’ derken bazıları da yol arkadaşları seçerek gurup halinde yolculuk yapmayı kendisi için daha emniyetli bulabilir ve öyle yolculuk yapar. Bir Müslümanın da, siyasî veya hoş görülemeyecek başka hiçbir ard niyetle olmaksızın, sadece dinini daha iyi yaşayabilmesi ve ezelden ebede bu uzun hayat yolculuğunu daha emniyetli bir şekilde yapabilmesi için, tarikat veya cemaat gibi bir dinî guruba katılmasından rahatsızlık duyulmaması icap eder.”

Bu, İslâm korkusuyla da ilgili çeşitli yanlış anlamaları olan nazik bir mevzuydu, bu nazik mevzua biraz daha açıklık getirebilmek için, o­na bir misal daha vermeyi uygun gördüm:

“ – Müslüman için Allah’ın rızasını kazanmak esas gaye olmalıdır. Bunu bir dağın zirvesine tırmanmağa benzetsek, bazıları tek başına o zirveye tırmanmak için yolculuk yaparken, bazıları da yolculuklarını daha güvenli yapabilmek için, o yolu bilen rehber ve yolculuk esnasında yardımlaşabileceği yol arkadaşlarıyla beraber zirveye tırmanmak isteyebilir. Tek başına o tırmanışı yapmak isteyene bir şey denilmiyor ve izin veriliyorsa, rehberle ve gurup halinde yapmak isteyene de hiçbir şey denilmemesi lâzımdır.”

Bu söylediklerim çok haklı ve mantıklı olmasına rağmen, maalesef asrımızda “İslâmî cihad” kelimesine yanlış manâlar verenlerin veya dini siyasete alet edenlerin İslâm korkusu yaymalarının ve bu korkuyla İslâm düşmanlığı meydana getirmelerinin sonucu, ebediyet yolculuğunu emniyetle yapmağa çalışan masum Müslümanlara da bazen şüpheyle bakılmakta, din ve vicdan hürriyetlerine sınırlama getirmek teşebbüsleri olabilmektedir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*