“İstibdadın yadigarı: Neme lazım, başkası düşünsün!”

Risale-i Nur Talebelerinin ifasına çalıştığı her vazifede; sözde ve niyette bırakmayıp amelen tatbik etmek vardır.

Meselâ bir gazete mi çıkarıyorlar? O gazeteyi sahiplenmede, hatalarıyla-sevaplarıyla “bizimdir” diyebilmede, hatalarının izalesine meşveretlerle çalışmada, zahmet ve meşakkatlerini göğüslemede, maddî ve manevî desteğini esirgememede, okuyarak takip etmede, yapılan haksız ve maksatlı hücumları püskürtmede, Risale-i Nur-Kur’ân-Cevşen okumalarının ve medrese hizmetlerinin manevî gücünü ve duaları; cephede göğüs göğüse mücahede eden böyle gazi gazetenin arkasında zahir ve manevî güç olarak bulundurmada.. Ve buna mümasil vazifeleri söze ve niyete hapsetmeyip amelen icra etmek vardır.

Risale-i Nur ve Üstad rehberliğindeki elli yıllık cihad-ı manevîsiyle tarih yazan, vatan sathını bir mektep haline getirme cehd ve gayretiyle bilinen, hakim güçlere boyun eğmemesiyle tanınan, çizgisinde kırık olmayan, mazisi ve arşivi manevî zaferlerle dolu olan Yeni Asya neşriyatını en ağır ve dayanılmaz şartlarda bile kesintiye uğratmadan devam ettiren ve bu vazifeyi de, (diğer Nur gruplarının bilip bilmemesine bakmadan) umum Nurcular adına ve hatta umum âlem-i İslâm ve insanlık adına yapan Risale-i Nur şakirtlerinin meydana getirdiği bir şahs-ı manevî ve bu meyanda yapılan meşveretler vardır. Umursamazlık, lakaytlık ve neme lazımcılık yoktur.

**

Bu hususta bir de tarihten gelen bir kıssamız vardır ki, yeri gelmişken tekrar hatırlamakta fayda vardır.

Kanunî Sultan Süleyman’ın süt kardeşi de olan Yahya Efendi; âlim, şair, mutasavvıf ve daha bir çok üstün özelliklere sahip değerli bir zattır.

Kanunî, sık sık onunla istişare eder, her mühim meselede onun görüşüne başvurur. Ona hitabında “ağabey” demeyi de ihmal etmezdi.

Bir gün ona şöyle bir pusula yazar, gönderir: “Sen, ilmiyle âmil birisin ağabey. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akibeti ne olur? Nasıl ve hangi sebeplerle izmihlale uğrayabilir?”

Yahya Efendi pusulayı okur, pusulanın arkasına, “Neme lâzım be sultanım!” cümlesini yazar ve pusulayı iade eder.

Padişah bu cevaba üzülür. Kalkıp, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider ve der ki:

“Hayret içreyim ağabey! Sana çok önemli ve kritik bir konuda fikir sordum. Sen ise ciddiye almayıp geçiştirdin. Cevap bile vermedin.”

Yahya Efendi, “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak olur mu hiç? Tam da sorunuzun cevabı o cümleydi” der ve şöyle devam eder:

“Yani bir yerde zulüm ve haksızlık yaygın hale gelirse; koyunları kurtlar değil çobanlar yerse; bilenler de buna seyirci kalırsa; fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa; bunu da taşlardan başka kimse işitmezse. Herkes, sadece “ben-ben” derse. Ve tüm bunları görüp, işitenler, ‘Neme lâzım be’ derse. İşte o zaman devletin sonu gelir.”

**

Bizim duruşumuzda rehber olan o büyük Üstad, Hurşit Paşaların yargıladığı o mahkemeden beraatini alarak çıkmış, “Zalimler için yaşasın Cehennem” diye diye oradan uzaklaşmış. Ve hiçbir zaman yeise kapılmamış. Çünkü kendi ifadesiyle: “Yeis, mâni-i herkemâldir. ‘Neme lâzım, başkası düşünsün!’ istibdadın yadigârıdır.” (Bkz.Divan-ı Harb-i Örfi, Hakikat)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*