İstidat ve kabiliyetlerin inkişafı

İnsan olarak kabiliyetlerimiz nelerdir? Nasıl bir potansiyele sahibiz? İçimizde ne tür istidatlar saklı? Ya da bunlar ne kadar geliştirilebilir?

Deha derecesinde istidat ve kabiliyetlere sahip olağanüstü kişilerle, sıradan insanlar arasındaki gerçek fark nedir? Onlarda, başkalarında hiç olmayan hususiyetler mi var? Yoksa her insanda olan bir kısım istidatlar daha gelişmiş şekliyle mi mevcut?

 

Evet, insan, maddî-manevî sayısız cihaz ve istidatla donatılarak bu fani dünyaya gönderilmiştir. Önemli bir vazifesi de; istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirmek ve kendisine verilen sermaye hükmündeki emanetlerle güzel bir ticaret yapıp bu dünyadan göçüp gitmektir. Nitekim İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle denilmiştir: “Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.” İnsanoğlu ancak bu şekilde sınırsız zevk ve lezzetin mevcut olduğu cennete ehil bir hal alacaktır.

Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresinde: “Hz. Âdem’e (a.s.) bütün esmâyı talim ettiğini” beyan eder. İşârâtü’l-İ’câz’da esmânın talimi: “Kâinatın ihtiva ettiği bütün nev’îlerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan” şeklinde izah edilir. Ayrıca Sözler’de de “Şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla nev-î benîâdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.” şeklinde başka bir açıklama daha vardır.

Malûm bilgi, irsî değildir. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi âyet, âdemoğluna ilham edilen, özellikle keşif ve icatlar şeklinde beşere ihsan edilen ilim ve fenlere de işaret ediyor. Aslında “esmânın talimi” ilim ve fenleri öğrenecek kabiliyet ve istidatların da insana verilmesi mânâsını ihtiva eder. Diğer canlılarda bu istidatlar olmadığı için, bu bilgiler öğretilemiyor. Evet, bilgi irsî değildir, ancak bir kısım istidat ve kabiliyetler irsîdir ve Hz. Âdem’e (a.s.) verilmesiyle bütün insanlığa da verilmiş oldu.

Talim-i esmâyı bir başka açıdan da incelemekte fayda var! Malûm insan beyni ile hayvan beyni arasında sonuçlarla kıyaslandığında, biyolojik mânâda öyle çok büyük farklar yoktur. Çok karmaşık matematik hesapları çözecek bir zekâ ve kabiliyetin bu küçücük biyolojik farklara sığması mümkün değildir. Bilgisayarcıların kullandığı ifade ile harika bir “yazılım” yani bir çeşit program dimağımızda çalışacak şekilde ruh ve kalbimize yüklenmiş olsa gerek. Yani donanım ve techizat olarak diğer canlılardan çok farkımız olmasa da, yazılım ve program olarak fevkalâde özelliklere sahibiz.

Bilindiği gibi bu “talim-i esma” ile Hz. Âdem (a.s.) meleklere üstünlük kesbetmiş ve diğer mahlûkata da üstünlüğü sebebiyle yeryüzüne halife olacak liyakat kazanmıştır.

Hz. Âdem’de (a.s.) çekirdekler hükmündeki talim-i esmâ, Peygamberimizde (a.s.m.) en yüksek mertebede tecelli ederek şecere-i tuba gibi inkişaf etmiş ve iki cihan saadetini netice verecek meyveleri vermiş ve onu makam-ı Mahmud’a ulaştırmıştır.

Sahabenin istidatlarındaki inkişaf ve makamlardaki terakkileri benzersizdir. Bilindiği gibi, sıradan insanlardan farkı olmayan kişiler, Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinde bulunması ve ondan ders almasıyla, öyle inkişaf etmişlerdir ki, zamanın güçlü imparatorluk ordularını mağlûp edecek sevk ve idare kabiliyetine sahip birer komutan, İran, Yemen ve Suriye gibi medenî memleketleri mükemmel bir adaletle yönetecek başarılı yöneticiler olmuşlardı. Ayrıca ilim ve fende Avrupa’nın üstadı olan Endülüs gibi medeniyetleri netice verecek bir sistem kurmuşlardı.

Şüphesiz sahabe misali, bir idealdir ve ulaşılamaz bir zirvedir. Peygamberimizin (a.s.m.) muazzam bir mu’cizesidir. Ancak, o zatlar bizlere misal ve rehber olmak cihetiyle, onlara ulaşamasak da yol açıktır ve o yolda gitmek mümkündür. O yol o kadar muazzamdır ki, onda kat edilen kısa bir mesafe bile zamanımız insanı için harikuladedir ve olağanüstüdür.

Şimdi sahabe ve hemen sonraki neslin inkişafının ipuçlarını görmek için Yirmi Yedinci Söz’den bir bölüm aktaralım: “İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan; içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu… İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, ‘nurun alâ nur’ sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu..

“Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.”

Demek ki, öncelikle niyetimiz halis Allah rızası olmalı. Ayrıca hedeflediğimiz şeyde; bütün lâtife ve duygularımızla yoğunlaşmak, anlamayı zorlaştıran ülfet ve gaflet perdesini kaldırmak, inkârcı felsefenin açtığı yaraları tedavi etmek ve duygularımızı uyandırmak için okuyarak tefekkür etmek ve “ilimlerin şahının ve padişahının marifetullah olduğunu” akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yine sohbette insibağ olduğunu unutmayarak derslere eksiksiz iştirak etmek gerekiyor. Ayrıca malayani ve lüzumsuz şeylerden mutlaka uzaklaşmanın da çok önemli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bizi doğrudan ilgilendirmeyen ve genellikle Batı medeniyetinin belirlediği ve tahakkümü altına aldığı konuları merak saikasıyla takib etmek sadece zamanımızı çalmakla kalmıyor, zihnimizi ve kalbimizi yaralayarak veya hassasiyetini yok ederek anlamayı zorlaştırıyor. Sümbüllenmeye başlayan istidatları zehirliyor. Onları susuz ve gıdasız bırakıyor.

Evet, bu zamanda Asr-ı Saadet gibi bir zemin ve atmosfer yok! Ancak, istidat ve kabiliyetlerin sümbüllenmesi ve iki cihan saadetini netice verecek şekilde inkişaf etmesi için, tıpkı bir sera gibi çevrenin zararlarından ve olumsuz şartlarından korunmuş, evde ve çevrede manevî bir atmosfer meydana getirmek mümkün. Şüphesiz bunun en iyi şekli cemaat şeklinde İslâm’ı yaşamak ve ona kanaat edip sadakat göstererek sürekli okumak ve mümkün mertebe uygulamaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*