İstidrac – kerâmet – fal – büyü

Her zaman nimet, mal, makam, imkân Allah’ın o kulunu sevdiği anlamına gelmeyebilir. Sathî, zahir ve zaaf-ı iman sahibi nazarlar çoğu zaman bu ayırımı yapamaz ve Allah’ın o kulu sevdiği için verdiğini düşünürler.

Allah’ın bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, bu verilen şeyler harikulâde haller bile olsa, her zaman Allah’ın makbul bir kulu olduğu anlamına gelmez. Çünkü bazı kullara verilen nimetler ihsan ve iyilik olurken, bazılarına istidrac olabilir.

Bazen kerâmet gibi görülen bu haller insanların ciddî imtihan kapılarıdır. Cahil insanlar harikalıklar gösteren, gaybî bilgiler (!) sunan insanları kutsallaştırma, onları mübarek görme eğilimindedirler. Hele bu kendi hayatlarıyla ilgili gaybî bir takım haberler veren ve doğru tahminler yapan birisi ise, onun gerçek iman sahibi olup olmadığına bakmadan hemen inanıp, bütün varlığı ile teslim olup, hem aklını, hem parasını, hem inancını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilmektedir.

İşte böyle bir tehlikeye düşmemek için, gayb bilgisi ne demektir, kerâmet ve istidracın farkları nelerdir bilinmesi gerekmektedir.

Öncelikle, hemen şunu belirtmek gerekir ki, gaybı ancak Allah bilir, fakat maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşan bazı insanlar elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme yansımasının bir ifadesi olarak, kişinin başından geçecek ve geçmiş olan hadiseleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret sahibi ehl-i kalp insanlar, karşılarındaki insanın çehresine, fizyolojisine bakarak, onun bir kısım mukadderatını sezebilmektedir. İşte şunu bilmek gerekir ki, bu gaybı bilmek değildir. Zira bu, kadere ait sır ve işaretlerin insan vücuduna aksetmiş, yani gaybtan çıkmış halleridir. Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gayb olabilir. Fakat hakikî manada gayb bu kabil malûmatlarla sınırlı değildir.

İnsanların bazılarında görülen harikalıklar ve kerâmetler ikiye ayrılır. Birincisi, Allah’ın zâtına ve sıfatlarına ve işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, doğru yolda olan ve Allah’ın rızasını kazanmış kişilere verilir. İkincisi ise, mahlûkların şekillerini keşfetmek, madde âlemindeki gayblarını bulmaktır ki, bu doğru yolda olanlara da, olmayanlara da verilir. İman zaafiyeti olan veya tamamen imansız olan insanlara verilen bu harikulâde hallere “istidrac” denir.

İstidrac, Allah’ın bir kimseye istediklerini dünyada vermesidir ki, o kimsenin haddi aşması, inadını ve cehaletini arttırıp, rahmetten uzaklaşıp, mahrum kalmasına sebep olmasıdır. Yani istidrac halleri Cehenneme bir çekiştir. Cahil insanlar bu harikalıkların ikincisine kıymet verip ve onları yüksek görürler. Bunları imansız insanlarda bile görünce kafaları karışır ve hatta inanmak gibi bir dalâlete düşebilirler.

Bir çok insanın kafasını karıştıran mesele şudur: Her şeyi Allah yaratıyor, o halde imansız bir insanda bu harikulade haller veya bolca nimetlendirilmek nasıl oluyor, Cenâb-ı Hak buna nasıl müsaade ediyor?

Bir çok insanın zihnine gelebilen bu soruya şöyle cevap verebilmek mümkündür: Bazı imansız insanlarda veya iman zaafiyeti olan, kalbi ve aklı tasfiye olmamış, nefsi terbiye edememiş kimselerde görülen yüksek haller (!), parlaklık, kalp temizliğine benzer durumlar aslında kalplerinin temizliğinden değildir. Tam tersi, nefs-i emmarenin parlaklığıdır. Nefsin parlaklığı ise, insanın istikametinin bozulması, zarar ve ziyana uğramasıdır. Nitekim İman-ı Rabbanî bu mesele ile ilgili şöyle bir tesbitte bulunur: Çok sıkıntı ve riyazet çeken insanlarda keşf ve kerâmet gibi haller görülebilir. Meselâ, Hint papazları, Yunan filozoflarında böyle haller bulunur. Fakat Allah dostları bunlara kıymet vermez. Çünkü nefsi kötülüklerden korumak, kalbi ve aklı tasfiye etmek, ancak ibadetlerle ve Sünnet-i Seniyye ile mümkündür. Fakat açlık çeken sıkıntılara maruz kalan ehl-i iman olmayanlarda da nefis zayıflar ve temizlenir. Yani aşırılıklarından, ifrat meyil ve arzularından kurtulur. Kötülük yapamaz. Böyle durumlarda insanın kalp ve aklına nefsin müdahalesi azalır ve insan harikulâde haller gösterebilir. Bu durumlar yani istidraçlar hem onlar, hem de onlara inananlar için bir imtihan vesilesidir.

Hâsılı, bazı insanların harikuladelikler göstermesi durumunda bunları değerlendiren etrafındaki kişiler iman nokta-i nazarından değerlendirme yapmaları gerekir. Ehl-i iman sahibi ise, bu haller ya kerâmet ya da bir ikram-ı İlâhîdir. Fakat imansız insanlardaki bu duruma “istidrac” demek gerekir. Çünkü istidrac olan haller ruhî ve kalbî hayatları ölen, Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüten insanlara verilmiştir.

Harikulâde haller gösteren bazı insanlar toplumun içinde ciddî bir imtihan vesilesi olmaktadır. Zira bunlara inanmak noktasında insanların kafasında ciddî sorular oluşmakta ve bunlara sağlıklı cevaplar aramaktadırlar. Genelde yazılarımı hayatın içinden ve daha çok karşılaştığım sorular ve sorunlardan oluşturduğum için, bugünlerde de kader sohbetleri münasebetiyle sık sık bu nevî problemler ve sorularla karşılaşmaktayım.

İnsanların en çok kafasını karıştıran mesele, dini bütün olmadığı halde, hiç ibadetle alâkası olmayan ve hatta inancından dahi şüphe edilen insanlar nasıl olur da evliyaların kerâmetlerine benzer harikulâdelikler gösterebilirler. Bu anlamda ve buna benzer sorular uzayıp gitmektedir. Meselâ, bu sorunun bir türevi olarak, “Allah, inançsız olmasına karşın bir insanı neden çok nimetlendiriyor da inananlar sıkıntı, sefalet, fakirlik çekiyor?” vs. gibi sorular temelde doğru bir Allah bilinci, ahiret ve kader inancı olmayan insanların zihinlerine gelmektedir.

Bir imtihan kapısı olan ve imanı dahi tehlikeye düşürebilecek bu sorulara cevaplar vermek zarurîdir. Çünkü insan fıtraten endişe-i istikbal hissinden dolayı geleceğine dair gaybî işaretler nevinden haberlere her zaman ilgi duymaktadır. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın bu hissi vermesinin sebeb-i hikmeti, taahhüt altına alınmayan ve kabrin öbür tarafını düşünmek noktasındadır. Oysa insan bu hissini, dünya hayatı için kullanır. Dolayısıyla bu hissi sûiistimal etmek isteyen falcılar, büyücüler, medyumlar vs. cemiyet hayatında ciddî bir tehlike oluşturmaktadırlar.

İnanmamış insanlarda görülen madde ötesi, ruhî tecrübeler, harikulâdelikler daha çok istidraç denen yoga, medyumluk, ruh çağırma, cinlerle temasa geçme şeklinde kendini göstermektedir.

Ruh maddeden, cismaniyetten alâkasını kestiği ölçüde güçlenir ve ruhî tecrübeler gelişir. Hıristiyan papazlarında, Budist rahiplerinde, Yunan filozoflarında, Yahudi ruhanilerde de bu hallerin görüldüğü bir vakıadır.

Meselâ, açlık çekmek yani riyazet, kalbe safa veren, mutluluk veren ve kalbî melekeleri geliştiren bir durumdur. Fakat Müslüman olmayan insanların açlığı, onların nefislerine bir safa verir ve nefsî hareketlilikleri kuvvetlenir. Bu durumda âlem-i halktaki bilinmeyen, gayb olan, gizli olan, çalınan şeyler, hastalıkların teşhisi, tedavisi, cinlerle temas gibi şeyler hâsıl olabilir. İşte böyle durumlar çoğu zaman insanların imanlarının bozulmasına sebep olabilmektedir.

Burada şöyle bir suâl sorulabilir: “Evliyanın kerâmeti ile, inançsız insanlardan hâsıl olan istidraç birbirine benziyor, bunu nasıl ayıracağız?”

Yaşantısından inancına dair bir şeyler sezemediğimiz bu tür insanları anlamanın, ayırt etmenin bir yolu da vicdanlardaki hissedişe göredir. Yani böyle bir insanın, harikulâdelikler gösteren biriyle konuştuğunda, Allah sevgisi kalbinde artıp, dünya sevgisi azalıyorsa, bu Allah dostu biridir. Fakat tam tersi oluyorsa, istidraç gösteren bir yalancıdır. Nitekim itikadı olmadan hasıl olan haller istidraçtır. İtikadı sağlam olan Allah dostlarından hasıl olan haller kerâmettir.

Dokuzuncu Mektub’da, Bediüzzaman bu mesele ile ilgili şöyle bir izahta bulunur: “Kerâmetle müşerref olan bir şahıs, bilerek bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâkî ise, kendine güvenmek, nefsine ve keşfine itimat etmek, gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir.” Devamında, “harika bir emre mazhar olan bir kimse, kendi nefsine değil, Rabbine itimadı ziyadeleşir. Tevekkülü de varsa, bu bir kerâmettir ve gizlenmesi gerekmez. Fakat fahr için kasten izharına çalışılmamalıdır” uyarısında bulunur.

Kerâmet sahibi bir insan, lâtif bir unsur olan kerâmet ile meşgul olmaz. Bilâkis kendisinden kerâmet zuhur edince, endişelenir. “Acaba bu bir istidraç mıdır, ahiret meyvelerini bu dünyada mı yiyorum?” diye düşünür. Buna karşın istidraç sahibi olan kimse ise, bu hâlin amellerinin, iyiliklerinin bir neticesi olduğunu zanneder. Kendisinde bir olgunluk ve üstünlük olduğunu düşünür.

Kerâmetten daha selâmetli ve daha âlî olan bir hâl de vardır ki, bunun adı da ikram-ı İlâhîdir. Zirâ kerâmet hâli, nefsin hilesine, sahiplenmesine açık ve istidraca dönebilen, tehlikeli bir hâl iken, ikram-ı İlâhîde kesbin karışması yoktur. Bu yüzden nefis kendine hamletmez. Risâle-i Nur Talebeleri bunun içindir ki, kerâmet istemez, beklemez ve bunlara ehemmiyet vermez. Daha âlî ve selâmetli olan ikram-i İlâhiye mazhar olmak için çalışırlar.

Hemen şunu da belirtmek gerekir ki, sadece harikulâde haller değil, bazen iman sahibi olmayan insanların yaşantıları, nimetlerin içinde olmaları, bazı taklidi iman sahiplerinin zihnini karıştırıp, “Onlar imansız, fakat zevk-ü safa içerisindeler, biz inanıyoruz ama sıkıntı içerisindeyiz. Bu nasıl bir adalet ve muamele?” tarzında sorular, şüpheler zihinlerine gelebilmektedir.

Cevaben şöyle demek mümkündür: İnançsız ve dalâlette olanlara dünyada merhamet edilmesi, nimet verilmesi görünüştedir. Yani merhamet veya nimetlendirme şeklinde görülen bir istidraçtır.

Nitekim Mü’minun Sûresi ve A’raf Sûresi’nde mealen Allah şöyle der: “Kâfirlere çok mal ve evlât vererek onlara yardım, iyilik mi ediyoruz? Hayır, böyle değildir. Bu yardım ve iyilik değil, belki istidraçtır. Azmaları ve cehenneme gitmeleri içindir.” Yine bir başka âyette, “Onları yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkça, dünya nimetlerini arttırarak fırsat veriyoruz. Aldanıyorlar. Onlara hazırladığım azap çok şiddetlidir.”

Netice olarak şunu söylemek mümkündür: Kerâmet halleri bile tehlikeye açık durumlardır. Bunların en selâmetlisi, ikram-ı İlâhî nevinden olan hadiseler ve hallerdir. İstidracî haller ise, zaten nefs-i emmaresi güçlü olanlarda hasıl olur. Aslında işlenen her bir günah ve ihmal edilen Sünnet-i Seniyyeler, şeytan ve habis ruhlara açılan kapılar ve pencereler hükmündedir. Cemiyetin içerisinde bulunan pek çok yalancı, falcı, büyücü v.s. Allah muhafaza imanlarda yaralar açabilir. Bundan başka her insan da, bu tür tehlikeye, günahlar ve ihmalleri dolayısıyla kendisini habis ruhların tasallutuna açık edebilir. Çözüm ise, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyenin kalesine girmek, bu tür hallerle kalbi ve aklı meşgul etmemek, nefis terbiyesi yapmak, basiret ve ferasetin gelişmesi için duâ etmektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*