İstiğfara hak kazanıyor muyuz?

Doğu veya Batı

altBediüzzaman Hazretleri; Tahrim Sûresi’nin 8. Âyetini, Birinci Şuâ´da tefsir ederken; “… Demek bundan beş altı sene sonra istiğfar devresidir. Risale-i Nur Şakirtleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir imâ eder“ diyor.

Harplerin, boğuşmaların ve dahilî çatışmaların zulümat ve karanlıklarından kurtulmak için Nur arayan mü’minlerin arasında, özellikle olayların farkında olan Nur Talebelerine de hitap eden bu mananın, bu günlerde direkt bizi muhatap aldığını düşünüyorum.

Hadiseler, olup bitenler ve musîbete varan haller ortada… Mü´minlerin bu sıkıntıdan nasıl kurtulacağını dert edinmeyen hiçbir Müslümanı hayal edemiyorum. Medeniyet harikalarının küçüldükçe küçülttüğü ve ümmetinin bağrını yakan vak’aların makinelerle anında mü’minlere bildirildiği bir zamanda… Belki de ümmet “İstiğfar Devresine“ girildiğini bilemediğinden, kendisinden bekleneni yapmadığı halde, nazarı ufuklara takılmış ve çaresizlikler içinde fereç bekliyordur.

İstiğfar “af dilemek” ise, kul önce kusurunu bilmeli değil mi? Eyvallah… Serapa kusurlarla mâlâmâliz. Lâkin bazı kusurlarımız var ki; bizi şu zamanın labirentlerine hapsetmiş ve gaddarların elleriyle tokatlıyor. Bırakın günlerimizi, bazen aylarımız bizi bir nebze mutlu edecek haberlere ve Müslümanları umutlu kılacak müjdelere hasretle geçiyor. Gökyüzünün bulut ve yağmurlardan mahrum kalmasına sebep günahlarımız gibi, bizi mezelletin mengenesinde tutsak tutan hatalarımızı bilmeden, kusurlarımız için itiraflarda bulunmadan ve hatalarımızı derk etmeden istiğfar nasıl olacak ki…

CEHALETİN DERİNLİĞİ…

Ecdat mevcut halimizi görseydi, belki de cehalet gayyası tabirini kullanırdı. İlimden, felsefeden ve yüzeysellikten gelen bu cehaletin bir adı da cehl-i mürekkep… Cehalet bataklığına saplanmışların kendilerini bilge sanıp dünyaya düzen vermeye kalkışması, bazılarınca umutsuz vak’a olarak hissedilebilinir.

Tartışma kabul etmeyen tek doğru fıtrat değil mi? Fıtrata, yaşadığımız hayat itibariyle ne kadar uzak ve yakın olduğumuz ortaya çıktıkça, cehaletimiz de ölçülecektir. Kâinat, dünya ve yeryüzündeki canlılarla insan olarak kendimizi karşılaştırdığımız oranla mahiyetimiz ortaya çıkacaktır: Aczimiz, fakrımız, zayıflığımız ve çevreye mutlak bağımlılığımızla kimliğimiz belli olacaktır. İnsanın kendisini öğrenmeye başladığı anın, cehalete savaş ilân ettiğimiz an olduğunu bilenler, evvelâ Elif’ten başlıyorlar. Yani kendi mahiyetlerinden. Basit görünen bu adımın; medeniyetin harikalarını ellerine geçirenlerce o denli zorlaştırıldığının farkında olanlar maalesef çok değil. Yirmi dört saatlik günlük ömrümüzde kaç dakikayı mahiyetimizi öğrenmeye veya bütün duygularımızla hakikî istikbalimize ayrıldığımızı murakebe ettiğimizde, korkunç neticeler ile karşılaşıyoruz. Her dakikamızın, nefsimiz ve dünyamızca nasıl işgal edildiğini, belki de saniyelerine el atamadığımızı göreceğiz. Cehl-i mürekkebe başka isim de bulabiliriz. Bilge cehalet… Akademik cehalet… Magazin kültürü… Veya çakıl taşlarını bize altın, elmasları ise kömür olarak gösteren cehalet… Sonucu bir sineğe mağlûp Nemrutluğa, karınca karşısında çaresiz Firavunluğa; belki de hilekâr Süfyanlığa ve tahripkâr deccallığa kadar uzanabilecek modern cehalet…

İSTİĞFAR DEVRESİ ŞEVKİ DE BERABERİNDE TAŞIR…

Karanlığın şiddeti, Nur’un çok uzaklardan görünmesine yardım eder ve kişi de düştüğü yerden nura doğru hareketlenir. Gel gör ki; dünyayı nefsimiz adına çıktığımız fetihte, önce kendimizi kaybetmişiz ve sonra da düşmanlarımız kimliklerimizi almışlar üzerimizden. Vaziyetimizin acınaklığı ve karşı karşıya bulunduğumuz tehlikelerin dehşeti de ortada. Fakat öyle bir dayanak noktamız var ki… Dünyayı yerinden oynatabiliriz, onu keşfetmekle… İmdadımıza gelecek öyle kuvvetler var ki… Dünyayı başımıza ateş yapsalar, hakkından geliriz… Yeter ki, cehaletimize karşı yürümeye başlayalım… Düştüğümüz yer olan, imandaki zaafımızın farkına varalım…

Asr-ı Saadette hava bu günlerden daha karanlıklı değil miydi? Muallimül Ekberimizin dört ciheti amansız düşmanlarla kuşatılmış değil miydi? Fakat o; Kisra’ya, Heraklius’a, Mukavkıs´a ve Necaşi´ye dâvetiyeler gönderiyordu.

Kur’ân ve Sünnetin aydınlığını zamanımızın eteklerine taşıyan Risale-i Nur’da halledemediğimiz bir meselemiz var mı? Teoriden pratiğe geçirilmemiş İslâm’ın hayata da en ufak bir karesi… Kaybolan ümit ve değerleri, Nurlar’a muhatap olanlar on beş günde bulamıyorlar mı? Buna dünyamızın beş kıt’ası ve yedi iklimi şahit değil mi?… Öyle ise, önce biz aralayacağız cehalet perdelerini… Ve sonra da başkalarına göstereceğiz kurtuluşun yollarını…

Zamanın ümmeti hapsettiği şu cehalet dolu ümitsizlik labirentlerinde kurtuluşun ilk basamağı, Kur’ân ve Sünnete doğru muhatap olmak… Sonra da kaybettiklerimizin farkına varmak… İşte o zaman hatalarımız, kusurlarımız ve günahlarımız görünür olacak gözlerimize… Nerelerde yanlış yaptığımızın farkına varacağız… Ve istiğfar devresine girebilenler, ümmeti uyaracaklar ve Kur’ân’ın sabahında Müslümanlar, istikbalin zirvelerine şevk içinde yönelecekler… Bu zindandan kurtuluşun bir başka yolu var mı?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*