İstikamet ve sadakat imtihanımız

Ayağımızın altından kayıp gidenler, gönlümüze sıkıntı verenler, kalb ve ruhumuzdaki büyük ıztıraplar, toplumda gerilim ve menfîlikleri netice veren asıl sebepler nelerdir? Bunlardan nasıl kurtulup asıl hedefe kilitlenilebilir?

Genelde yalanla ayakta durup, göz boyamakla iş yapan, her şeyi allayıp pullayıp hoş, şirin ve şık görünmeyi ön planda tutan, dünyalık saltanatının devamı için toplum psikolojisinin zaafiyetinden faydalanıp; toplum mühendisliğinin maharetlerini çok iyi uygulayan ve uygulattıran fesat şebekelerine karşı neler yapılabilir?

Şöhret ve maddî menfaat girdabına girmiş siyaset erbabının çeşitli güçleri kullanarak gündemde ve zinde kalmasına nasıl karşılık verilebilir? Menfaatçi akımların tahrip gücüne karşı tamir araçları nelerdir?

İslâm dünyasının genel bir derdi olan, anlaşılması, anlatılması kadar, zor, hassas, derin ve muğlâk olan, “İslamofobi” ve “Siyasal İslâm” konularının gerçek konumlarının izah ve açıklaması yapılabilir mi?

Bugünün Türkiye’sinde “siyasetin” ve “cemaat” anlayışının ayarı ve mihengi, kendi zemininde değerlendirme anlayışı en sağlıklı biçimde nasıl sağlanabilir?

Ezbere dayanan, akılları idrakten, muhakemeden yoksun, âciz hale getiren bir eğitim ve öğretim sisteminin neticesinde oluşan bu günkü mevcut toplum yapısında bu tek yönlü hegemonyayı bertaraf edecek kurtuluş reçetesinin yol ve metodu nedir?

Her alanda gelişen olaylar karşısında çözüm üretmesi gerekenler ve “Meselelerin çözümünü ben biliyorum!” diyenlerin bildiğini sandığı sırlı iki kavram; “Risale-i Nur’un özü”, “Bediüzzaman’ın üç devresi” konusunda tam bir vukufiyet ve ehliyete sahip olanlar kimlerdir ve nasıl ittihad edebilirler?

Başta; “adalet” olmak üzere, hürriyet, hukuk, demokrasi ve “demokrat misyon” ile “Siyasal İslâm” terimlerinin gerçek tanımları ve temsil konumları ilmî ve sosyolojik açıdan tam olarak yapılabilmiş midir?

Bu kavramlara Risale-i Nur perspektifinden değil de “siyaset” ve “dünyevîlik” noktasından bakıldığı zaman hakikatlerinin tamamen değiştiğinin ne kadar farkındayız?

Risale-i Nur’un dünyevî hiçbir şeye âlet ve tabi olmadığı ve olamayacağı gerçeğini nazarî ve tatbikî olarak yaşayanların oranı ve sayısı nedir?

Siyaseti hiçbir zaman “din” zemininde görmeyen ve değerlendirmeyen Risale-i Nur Camiasının bütün mensupları 1950 yılında başlayan siyasî süreçte 1980’lere kadar aynı çizgide, hep birlikte, istikametle, “meşveret”e dayalı çözüm ve doğru sistemle giderken, 12 Eylül münafıkane harekâtıyla siyasetin ve dinin bütün dinamikleriyle oynanmasının neticelerini bugün tam olarak tahlil edebiliyor muyuz?

1982 Anayasası marifetiyle millete baskıyla yutturulmuş olan derin yapının gelinen bu noktada aşılamamış olmasının haklı ve gerekçeli izahını yapabiliyor muyuz?
Gelişen bütün bu siyasî ve içtimâî hadiselerin, Yeni Asya misyonunun yılları içine alan kararlı mücadelesini bir defa daha gözler önüne koyup teyid ettiğini vicdanen kabullenecek insaf sahiplerinin varlığının artmasını gönlümüz diliyor.

Kendi güç noktasında hükmetmeye çalışan, gündemi belirlemeye çalışanların mazileri, perde gerisindeki hesap ve çıkarları tam olarak tesbit edilemediği takdirde doğru teşhisin konulması çok zor. İşin özünde olan “adalet, gerçek demokrasi ve misyonu” fikrinin bugünkü anaforda “isim”de ve şahıs bazında algılanması yanlışlığı bilerek veya bilmeyerek toplumun büyük bir kısmını “tarafgirliğe” ve “siyasî kamplaşma”ya itiyor. Asıl büyük tehlike de büyük ölçüde bu noktada. Bugün toplumun aradığı, vicdanların beklediği ve dillendirdiği “hakikî adalet” anlayışından saparak tamamen kişi ve kurumları korumaya çalışan görüntünün “hukuk” anlayışına düşürdüğü gölge, şaşkınlık ve savrulmuşluğun köklerini çok iyi kavramak gerekiyor.

Yaşanan bunca tecrübeye ve elde edilen yılların verilerine rağmen maddî alanda öne çıkan icraatlarıyla “demokrat misyonun” şahıs ve grup anlayışıyla değil hür düşünme, tarafsızlık, gerçek hukuk ve adalet olduğunu geçmişte ve hâlihazırda o misyonu temsil ettiğini düşünenler de dahil olmak üzere herkesin, hepimizin bir defa daha anlamaya çalışması lâzım geldiğini düşünüyorum.

Bunun da gerçek temsil kabiliyetinin ulaşacağı olgunluk ve sağduyu ancak yine Risale-i Nur ışığında ciddî sorgulanması gerekmektedir.

O zaman bütün değerleri altüst edecek devşirmelere girmeden, insan ve grupların adları ve kodları yerine yaptıklarındaki özellikleri dikkate alıp kategorize edemez miyiz? Bu noktalara nasıl geldik? Nasıl buradan çıkabiliriz?

Bütün bunların en güzel cevaplarının olduğu kaynağı biliyoruz!

Bunları düşünüp bir defa daha “yeniden başlamak” gerektiğine inanıyor muyuz?

Dâvâ adamı olmanın, prensipli davranmanın, ilkeli yaşamanın, ciddî ve tutarlı olmanın, haysiyetli bir ömür sürmenin, şerefle yaşayıp, bahtiyarca emaneti sahibine teslim etmenin, istikamet üzerine bir ömür tüketmenin bir bedeli vardır. Ve olmalıdır. Bütün bunları yapabilmek, bizzat yaşayıp tatbik edebilmek yürek ister! Cesaret ister. Mert ve erkekçe bir “duruş” ister!

Zalimlere karşı bir “duruş” ister ve gerektirir. Mazlûmlara karşı bir “duruş” ister ve gerektirir. Haksızlara karşı bir “duruş” ister ve gerektirir. Doğru ve samimî olanlara karşı bir “duruş” ister ve gerektirir. …Ve “Hakka” karşı da bir duruş ister ve gerektirir.

Bütün bunları yaşamak için hayatı, o hayatı veren yolunda feda edebilecek kadar yürekli, kararlı, özgüvenli ve mert bir “duruşun” haykıran sesine ihtiyaç var diye düşünüyorum.

Bugün birçok “büyük ve önemli” şahıs olarak bilinenlerin mukaddeslerini hafife almak veya feda etmek uğruna yaptıkları ölçüsüzlükleri mukayese edebilmek için çok ciddî bir tahlile, öz eleştiriye, analize ihtiyaç vardır.

Acımasız “materyalizmin”, gaddar “felsefenin”, menfaat üzerine dönen kirlenmiş “siyasetin,” kumandalı “propagandanın”, şaşkın ve ifrattaki “şöhretin” saf ve temiz kavramları alt üst ettiği bir ortamda doğruyu bulmak maalesef o kadar kolay olamıyor.

Semavîlik ve Kur’ânîlikten sapmış, mihverinden çıkmış, yolunu şaşırmış fikirleri ayıklayıp bulabilmek, aslı ve özüyle mukayese edip değerlendirebilmek için “İlâhî mihengi” kaybetmeden, onunla değerlendirme yapabilme meleke gücüne şiddetle ihtiyaç var. Bunun bugün için ancak bir “şahs-ı manevî” ile olabileceğine bu kudsî dâvâda buluna herkesin gönülden inanması, yeniden Nurların o engin yorum ve rehberliğine saf ve sade bir gönül bağıyla sarılmasıyla ancak mümkün olacaktır. Nurlarla yola devam edebilecek, özlü kaynakla tünelden çıkacak, ihlâsla hizmet edecek sırrı tez elden yakalamak gerekiyor. Çünkü bu İlâhî değerler manzumesine sahip olup muhafaza edebilmenin şaşmaz ve değişmez ölçüsü ise; sadece ve sadece “ihlâs”tır.

İşte burada çoğu zaman hayatın, kâinatın ve aklın muhakemesine sığışmayan bir sır yatıyor. Bunu iyi kavrayıp hazmetmek lâzım. Burada, “kemiyetin” yani sayının önemi yoktur. Burada şöhretin yeri yoktur. Burada menfaatin esamesi okunmaz. Burada makam sevdası yoktur, olamaz. Burada bu geçici hayatın da bir değeri ve önceliği olamaz.

Din adına bundan-–bilerek veya bilmeyerek—sapanlara asrın imamının içtihadıyla Kur’ân’dan süzülen ve lemean eden “Külliyat”tan şu ikazla birlikte şu duruş gelir: “Ey dînini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse, yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakîkate, başımız dahi feda olsun; her ceza ve îdamınıza hazırız.” (Tarihçe, s. 359)

Adaletin tecelli yerleri olan mahkemelerde kendisi için değil, mukaddes dâvâsı için takınılan tavır bu konunun zirve noktalarıdır. (Şuâlar: 299)

Kumandalı ve tarafgir bir mahkemede bir dâvâ adamı için lâzım olan şu duruş sergilenir:

“Bu hükûmet zaman-ı istibdadda (baskı döneminde) akla husûmet ediyordu; şimdi de hayata adavet (düşmanlık) ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn (delilik), yaşasın mevt, zalimler için de yaşasın Cehennem!”

Akla husûmet edenlerle hayata düşmanlık edenler var oldukça; doğru bir adamın duracağı doğru yer de “delilik ve ölümü daha şerefli olarak kabullenmek”tir. “Zalimler için de yaşasın Cehennem!” diye haykırıp bağırabilmektir.

Bazı muhatap alınacaklarla ilgili bir örnek duruş da şudur: “Dîvanelerle ciddî konuşmak dahi bir dîvanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem.” (Tarihçe-i Hayat, s. 367)

Müsbet semereleri bol, manevî değerlerine bağlılığı tam ve kuvvetli, adalet, hürriyet, demokrasi, hukuk anlayışını hazmeden ve yaşayan bir ortam ve günlerin hepimizin olması dilek ve temennisiyle. (Âmin)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*