MAKALE

İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy’un ölüm yıl dönümü anısına

OĞLU EMİN'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİNDEN BİR KESİT

Bu yazıda Mehmet Akif’in uzun hayat hikayesi üzerinde fazla durmadan, sadece OĞLU EMİN’İN YÜREK BURKAN HİKAYESİNDEN BİR KESİT NAKLEDECEĞİM ŞÖYLE Kİ;

“Yıl 1966 sonları. Bir öğle sonrası odamdayım. Kapımıza bir adam geldi. Adı Emin Ersoy idi. Merhum Akif’in oğlu. ”Sizi biri görmek istiyor.” dediler. “Buyursun.” dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: ”Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum.” dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ”Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı:

“Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi.

Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum. Tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O bükük boynuyla: ”Siz ne münasip görürseniz.” dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ”Durun bakalım neyimiz varmış!” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10 yahut 20 lira aldı. “Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu.”

*Çetin Altan

Vah, vah, vah…!

Yazının altında Çetin Altan’ın ismini görünce kesinkes doğruluğuna inandım. Mehmet Akif’in oğlunun yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşadığını ve nihayetinde vefat ettiğini yıllar önce yine okumuştum. Babasının da Mısır’a sürüldüğünü veya gitmek zorunda bırakıldığını ve aynı şekilde yoksulluk itibariyle oğlundan da geri olmadığını biliyoruz.

Zira Vatan Şairi Mehmet Akif’in yazdığı İstiklâl Marşı 12 Mart 1921 günü TBMM’de ayakta alkışlanarak ulusal marş olarak kabul edildi. Malum olduğu üzere bu marş ağırlıklı olarak dini ve manevi duyguları vecdeye, heyecana getirip hitap ediyordu. Marş bu yönüyle Atatürk’ün yapmış olduğu inkılâplara ters düşmekteydi. Dolayısıyla Mehmet Akif sonraki yıllarda toplumdan tecrit edilmiş, genel anlamda insanlar, hatta sevenleri bile O’nunla konuşmaktan ve temas etmekten korkar hale gelmişlerdi. Bu korkunun, insanların kalbine ne denli sindiği ise; cenazesi sebebiyle büsbütün ortaya çıkacaktı.

Kurtuluş Savaşı’nın milli kahramanlarından sayılan Mehmet Akif’in cenaze törenine, Ankara’dan gelen talimat nedeniyle, ne meclisten meb’us arkadaşları ve ne de devlet erkânından hiç bir kimsenin katılmadığını görüyoruz.

Nitekim Mehmet Akif vefat ettiğinde cenazesi 4 hamal tarafından taşınıp Emin Efendi lokantasının önündeki küllüğe bırakılmıştı. O’nun gibi şair Orhan Veli’nin, sonradan edebiyat profesörü olan Urfalı Abdulkadir Karahan’a haber vermesi üzerine orada toplanan üniversite öğrencileri tarafından Akif’in cenazesi bayrağa sarılarak, Beyazıt Camisinden Edirnekapı Mezarlığına kaldırılırken, yine polislerin gözetimindeydi.

Kendisi istihbaratın bu gözetim ve takibatından çok rahatsız olmuş ve 1925 yılında Mısır’a gitmek zorunda bırakılmış ve 10.5 yıl kadar orada kalmıştır. Mısır’a gidiş sebebini yakın dostu Şefik Kolaylı’ya şöyle açıklamıştır: “Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye artık tahammül edemiyorum, işte bunun için gidiyorum” demiştir.

Atatürk İstanbul’da gençlerle yaptığı bir toplantıda; “Ben size devrimleri emanet ettim. Siz ise benim devrimlerime karşı olan Mehmet Akif ‘in cenazesini büyük törenle kaldırdınız” diyerek sitemde bulunmuştu.(İlk Adım Dergisi sayı 270, Ocak 2011)

Mehmet Akif ve oğlunun bu hayat hikayeleri ve yaşadıkları, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ayıbı olsa gerektir. Tarih tekerrürden ibarettir. Büyük insanların hepsi çileli ve ızdırap dolu bir hayat yaşamışlardır. Büyük düşünür ve filozof Sokrat, bir fikir uğruna hayatı hakir görüp idam edilmedi mi? İdam edilmezden önce karısı O’na: “Seni haksız yere idam ediyorlar” deyince; Sokrat: “Peki, ya haklı yere idam edilseydim daha mı iyi olacaktı?” diye cevap verdi.

Birinci Cihan harbinde doğu Anadolu’nun Kafkas cephesinde gönüllü milis alay kumandanı olarak Ruslara karşı savaşan Bediüzzaman, yaralı olarak esir düşer ve 2.5 yıl kadar da Rusya’da esaret kampında kaldığını ve orada tanındıktan sonra da büyük hürmet gördüğünü biliyoruz. Ancak esaretten kurtulup yurda döndükten sonra, O da aynen Akif gibi, 30 yıl kadar sürgünlerde ve hapishanelere, zindanlara atılmakla bir hain muamelesine tabi tutulduğunu ve 20 defa da zehirlendiğini ve kitap yazmasın diye de o dönem yöneticileri tarafından kağıt ambargosuna maruz kaldığı da herkesin malumudur.

Bu haberi yazan Çetin Altan’ın da zulme uğradığını ve buna benzer daha nice kahraman vatan severlerin aynı minval üzere ızdıraplar yaşadıklarını, enva-ı çeşit zulümlere maruz kaldıklarını sıralayabiliriz. Bu imtihan dünyasında bütün bu yaşanılan talihsiz olaylar kaderin bir cilvesi olmakla beraber, zalimler zulümleriyle ve nefretleriyle, mazlumlar ise masumiyet ve izzetleriyle anılacaklardır.

Takdir edersiniz ki; namus, vatan fedaileri kahramanların hain ve hainlerin de kahraman olarak kabul edildikleri topraklarda yaşamak çok zordur.

İşte bu gibi olaylardan ve haksızlıklardan ibret ve dersler çıkarılması temennisiyle; başta Mehmet Akif olmak üzere, Allâh bütün kahramanların ve şehitlerin mekânlarını cennet ve makamlarını da ‘ali eylesin, ruhları şad olsun.

Benzer konuda makaleler:

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu