İstişare, danışmaktır

Cenâb-ı Hakkın, sorgulamayan, araştırmayan, kendini geliştirmeyen bir kul istememesi, kullarını kâinattaki cari kanun ‘yenilenme’ye ayak uydurmasını istemesidir.

Bireyleri birbirleriyle istişare etmeye davet eden Kur’ân, aslında birbirlerinde varolan gücü, bakış farklılığını, farklı bir Esma ile konuyu ele almayı ön görüyor.

Her insanda ön plana çıkan bir Esma demek, her insan Yaratıcının bir farklı ismiyle ön planda demektir. İşte o zaman her bir insan bu kendine yüklenmiş olan potansiyel Esma talimini yapmakla mükelleftir. Yani kendisine verilmiş olan yüksek hakikatleri, derin ilmî ve kıymetli cevherleri yerinde ve yeterince kullanamamak bir vebal olsa gerektir. Bu öncelikle ehl-i imana düşen bir sorumluluktur. Çünkü ehl-i imanın atacağı adımlar ve keşfedeceği zenginlikler onu hem dünyada hem de ahirette yükseltecektir.

O zaman çok rahat bir şekilde diyebiliriz ki, ne kadar çok kişiyle istişare, o kadar çok esma ile talim ve istişare demektir. Böyle bir güçten istifade etmek, elbette pişmanlıkları, yanlış adımları ortadan kaldıracaktır.

Kendisinde yaratıcının bu Esma şifresini bulan ve bu şifrenin neticesinde ortaya çıkacak cevherleri hayata katmak, maddî ve manevî başarıları beraberinde getirecektir.

Bir şeyi Avrupalıların keşfetmesi ve uygulaması, bizim o keşfedilen şeye karşı ilgisiz kalmamızı netice vermemelidir. Belki çok daha sağlıklı bir ilgi ile, o keşfedilen şeyin, Cenâb-ı Hakkın bir hediyesi olduğunu tesbit etmek ve tahmid etmek yakışan olacaktır. İşte burada belki de, ehl-i dalâletin keşfettiği ama kendisine, enaniyetine hamlettiği yanlış adres, ehl-i iman tarafından doğruya çevrilecektir.

Bediüzzaman’ın, ‘Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?’ diye tahlil ettiği sorgulama kendisini hissettirecektir.

Yine Bediüzzaman, “İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var. (Hutbe-i Şamiye) ” diyerek, kullanamadığımız bu cevhere işaret etmektedir. Bu nedenle biraz da üzülerek yönünü dönüp, “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-yi gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız.” diyerek kendisine yeni bir nesil aramış veya neslin yenilenmesini dileyerek, onlara seslenmiştir.

Hatta bu kırgınlığını, “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” diyerek seslendirmiştir. Bu seslendiği insan kesimi ehl-i gaflettir. İslâmiyeti gelişmenin, ilerlemenin manisi olarak gören gafil insanlara bir sesleniştir.

Bediüzzaman İslâmiyetin maddeten de, terakkiye açık olduğunu ifade ederek, “Maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek.”

Elbette bu terakkinin bir ayağı da Kur’ân’ın emri olan ‘istişare’nin yapılmasıdır. Hatta bu istişareyi ‘Nasıl fertler birbiriyle istişare eder; taifeler, kıt’alar dahi o şurayı yapmaları lâzımdır. Ki üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak; meşveret-i şer’iye ile, şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.”

İşte ehl-i imana dünyanın terakki dünyası olması, cenâb-ı Hakkın koyduğu kanunlara riayet etmesi ile olacaktır. Bu da elbette bireyden başlamak üzere, kişinin kendi yaratılış mahiyetini okuması, anlaması ve bunun üzerinde tefekkür etmesi iledir.

Burada belirleyici olan, kişilerin meşveret kriterleri değil; şer’i olan, dinin sınırlarını belirlediği bir meşvereti tesistir. Bu da ancak ‘hürriyet-i şer’iye’ ile mümkündür.

Bu gün Avrupa Birliği gibi, Amerika Birleşik Devletleri gibi; cemahir-i müttefika-i İslâmiye’nin tesisi de yine meşveret-i şeriyenin bir sonucu olacaktır.

Demek, ‘En büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-i hakikiyeyi yapmamasıdır.” O zaman, çözüm arayışının da buradan başlatmak en sağlıklısı olacaktır.

Bu güce, kişisel gelişim anlamları yükleyerek, kişideki yaratılan esma enerjisine anlam vermek ve o enerjiden istifade etmek aklın gereğidir. Batı medeniyeti kişide vahiyden kopuk bir enerji ararken, Asya’da kişideki enerji potansiyelini okuyamayan, değerlendiremeyen bir durum sergilemektedir. Oysa olması gereken, Cenâb-ı Hakkın san’at eseri olan bu insan, oldukça güçlü enerji potansiyelleri taşımaktadır. Allah, kendi san’atının inceliklerini görmek ve göstermek için böyle bir yükleme yapmıştır. Allah, bu insana yüklediği potansiyelin okunmasını, uygulanmasını ve anlamlı olarak değerlendirilmesini murad etmektedir. Bunu kim yaparsa da o enerjiden maddî ve manevî istifade etmiş olacaktır. Nitekim Bediüzzaman’ın, gökyüzündeki uçağı işaretle, ‘nev’îmle iftihar ediyorum’ yaklaşımı, bir esma okumasıdır. Orada insan nevinin Cenâb-ı Hakkın cari kanunlarına uygun olarak, keşifler yapması, aslıda Allah’ın alem-i arziye ve semaviyedeki kanunlarının anlaşılması ve insan hayatı için faydalı olarak kullanılması düşünülmektedir.

O zaman yine bir hadis-i şerif meali kendini gösteriyor ki, “İnsanların hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır.” O zaman ehl-i imanın bütün arayışının, bu keşifler aracılığıyla, insana/insanlara en çok faydayı temin edecek keşifleri bulmak olmalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*