İtikat-amel tersleşmesi

Diyelim ki, siz bir meseleyi gayet iyi bilerek ve inanarak muhatabınıza ciddî ciddî anlatmaya çalışıyorsunuz.

Muhatabınız ise, buna rağmen ikna olmuyor, size mesafeli duruyor, ya da aksi istikamette gidiyorsa, bu durumun muhtemel iki–üç sebebi olabilir.

Birinci ihtimal: Muhtabınız pasif ve lâkayt bir karaktere sahiptir. Nemelâzımcıdır. Gerçekleri önemseme, dikkate alma ve istifade etme gibi bir derdi yoktur.

İkinci ihtimal: Karşınızdaki kişi sizinle aynı dünya görüşünü paylaşmıyor. Belki de zıt paraleldeki düşüncelere sahiptir. Dolayısıyla da, size uyum sağlamıyor, aykırı bir tutum sergiliyor.

Üçüncü ihtimal: Muhatabınız ikna olmuştur. Sizinle aynı kanaati, aynı dünya görüşünü de paylaşıyordur. Fakat, sizin üslûp ve ifade tarzınızdan, yahut hâl ve davranış dilinizden menfi şekilde etkilenmiştir. Bu da, haliyle muhatabınızı tedirgin etmiş, şüpheye düşürmüş, yahut zihnini çatallaştırmış olmalı ki, sizden uzak durmayı tercih ediyor.
İşte, bu yazının asıl konusu da budur.

* * *

Evet, bir fikri beyan eden kişinin, inandıklarıyla, yani kendi öz değerleriyle sergilemiş olduğu tavır ve hareketleri arasında bir problem, bir uyumsuzluk hali varsa, bu vaziyet, muhataplarında alerjiye, aksi tesir uyandırmaya pekâlâ sebebiyet verebilir.
Zira, orta yerde ve haliyle muhatabın iç dünyasında bir “itikad–amel zıtlaşması” vaziyeti şekillenmeye başlar ki, bu durum çekici değil, düpedüz itici bir tesir uyandırır.
Bu vehametin örneklerine birçok sahada, birçok hususta rastlamak mümkün.
Burada, bir tek örnekleme ile yetinelim.
Meselâ, siz bir arkadaşınıza mütemadiyen hürriyetten, meşrûtiyetten bahsedip demokratlıktan dem vuruyorsunuz. Üstelik, samimi kanaatinizi mantığın terazisiyle de tartarak ortaya koymaktasınız.
Kardeşiniz veya arkadaşınız, buna rağmen sizden olumsuz şekilde etkileniyorsa, sizinle uyum sağlamayıp uzak durmayı, hatta fiiliyatta sizinle aykırı gitmeyi tercih ediyorsa, hem onda, hem sizde tarifi zor bir problem var demektir.
Sizdeki problem, muhtemelen şudur: Siz hürriyeti müstebidane bir edâ ile anlatıyorsunuz. İnandığınız hakikatleri, muhatabınıza mülayemetle, kavl–i leyyin ile değil, adeta başına vura vura, yahut kafa–göz yara yara anlatıyorsunuz. Belki de, üslubunuzu öfke, hiddet, şiddet eseri sözlerle süslemişsinizdir.
Yani, itikadınız ile ameliniz arasında bir uyumsuzluk, bir tenakuz hali belirmiş olabilir. Ki, böylesi bir durum, muhatabın önce kafasının karışmasına, sonra da ürküp kaçmasına, dahası başka adreslere yönelmesine—maazallah—sebebiyet verebilir.
Biz hakikati ivazsız, garazsız şekilde anlatmalı; ancak, insanları kaçırtmamaya da son derece dikkat ve hassasiyet göstermeliyiz. Zira, adam kaçırtmanın vebâli büyüktür.
Muhatabın bu noktadaki problemi hakkında ise, şunlar söylenebilir: Evvelâ, bu bir nasip meselesidir. İkincisi, söylenen doğruları içine ya tam anlamıyla sindirememiş, ya da anlatan kişin yanlış tavırlarındaki hata ve kusuru hakikatin ruhuna, özüne fatura etme cihetine giderek, daha büyük bir yanlışın içine düşmüş.
Cenâb–ı Hak, bizleri inandığımız doğruları hakkıyla yaşamayı ve başkalarına da o doğrulara lâyıl bir ifade ve üslûp ile anlatma kabiliyetini nasip etsin.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*