Her bir sima, farklı bir dünya; her bir parmak izi, farklı bir işaret…
Bu farklı dünyaların kapıları da farklı anahtarlarla açılmakta…
Hayat durmuyor, devam ediyor ve farklı farklı yerlere akıp gidiyor.
Rûh aleminden, ana rahmine; oradan da dünyaya uzanan çizgi, ölümle birlikte yol değiştirmekte…
Yeniden rûh alemine yolculuk; sonu sonsuza dek…
İbret yüklü her dem; insanın özeti, özü, doğumu, ömrü, ölümü ve ötesi…
Niçin varız ve nereye gidiyoruz?
Aslında ölümün varlığı ve mahiyeti de bize Allâh’ın varlığı ve birliğinden haber vermektedir. Baştan itibaren buraya kadar anlattığımız her bir olay, her bir varlık, yerden biten bitkiler, renk renk ağaç, yaprak ve çiçekler, güleç yüzlü meyveler ve diğer bütün tabiat olayları acaip birer mu’cize levha ve parıltılarıdır. Küçük olsun, büyük olsun havada uçuşan her bir böcek, kanatlı her bir kuş acaip değil mi? Göklerde cereyan eden olaylar, yerden buharlaşan suyun atmosfer tabakalarında uğradığı değişim ve dönüşüm olayları; bulutlar, şimşekler, yağmurlar, birer mu’cize olaylardır.
Allah’ın yarattığı evrendeki manzûme ve mükemmel düzen, semâvatın müşahedesi, Allah’ın sonsuz kudretini gösterir. Büyük gezegenlerin dakik ölçülerle döndüğü mekân; insan aklının ve havsalasının idrakten aciz kaldığı İlâhî kudret… Bu muazzam kudrete sahip olan Allâh’ın insanı ölüme mahkum edip öldürmeye ve akabinde de tekrar diriltmeye ve haşir meydanında toplamaya ve hesaba çekmeye gücü yetmez, denilir mi?
Bu hakikate işareten Allâh şöyle buyurmuştur: “Siz ölüler iken, O sizleri diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi (kabirde ve haşirde) O diriltecek ve nihayet (haşirden) sonra yine O’na döndürüleceksiniz.”(14)
Bazı insanlar sadece gözleriyle müşahade ettiklerine inandıklarını iddia ederek, öldükten sonraki dirilişe ve haşri akıldan uzak görerek inkâr eder, inanmazlar. Bunun da yegane sebebi yakinî bilgileri değil, akıllarının kıtlığı ve tasavvurlarının darlığından ileri gelmektedir. Ve ölen hiç birinin hayata geri dönmediğini ve ahiret hayatından haber getirenin olmadığını ileri sürerek inkâr ederler. Halbuki, bunlar akl-ı selim ile fikir yürütseler, öldükten sonra dirilişin çok örneklerini müşahede edebilirler. Meselâ; toprağı çatlatıp yararak büyük bir ağaç şeklinde yeryüzünde zühur eden çekirdek, ana rahmine düşen bir sperm tohumunun tam bir insan meyvesini vermesi; semâ boşluğunda birbirleriyle hiç çatışmadan mükemmel bir nizam ve denge ile hareket eden gezegenler ve daha nice bildiğimiz ve gördüğümüz cereyan eden harika olayları, normal sıradan bildiğimizden bize acaip gelmiyor.
Gözlerimizle görmediğimiz ve kesin bilgiye sahip olmadığımız bazı olaylardan bahsedilse yine acaip bulup tuhaf bakardık. Meselâ dünyadan habersiz ve bilgisiz, Mars’ta bulunan bir insana denilse ki; “Küçük bir çekirdeği toprağa atıyorsunuz, su veriyorsunuz, o çekirdekten kocaman bir ağaç zuhur ediyor; dal-budak veriyor, çiçekler açıyor ve tekrar sayısız çekirdekler, tohumlar veriyor. Bu durum aynen bir insan ölüsünden tekrar bir diriliş ile haşredilmesi gibi tuhaf ve acaip karşılanır. Ancak bunlar, bizim açımızdan inkârı mümkün olmayan açık seçik sıradan cereyan eden olaylar olarak görülmektedir.
Dünya, bu gün bir evvelki günden farklı olarak, bilimsel gelişmelere sahne oluyor. Hazır zamanda icat edilen bir şey, bir asır önceki insanların akıl ve havsalasından pek uzak ve inanılmaz derecede tuhaf, garip karşılanır şeylerdi. Ancak bu gün bunlar hayal değil, mümkün olan şeylerdir. Aynen bunun gibi, Allâh öldükten sonra insanların dirileceklerini va’detmiş, elbette ki mümkün olan bu va’dini yerine getirmeye muktedirdir ve yapacaktır. Demek oluyor ki, bir şeye hududu dar, bakış açısı kıt soyut akılla bakmak ve hüküm vermek asla doğru değildir.
Ölümün olmaması ilmen mümkün değildir ve bu hususta yapılan bütün araştırmalar akamete uğramıştır. İnsan denen varlık belli bir yaştan ve kendisi için belirlenen (ecel) çerçevesinde mutlaka ölecektir. İnsanlık ne yaparsa yapsın ölümün önüne geçilemeyecektir.
1912 yılında Nobel ödülünü alan Fransız hekim, Dr. Alexi Carrel; “İç Zaman” adlı uzun bir makalesinde bu ölümsüzlük problemini araştırıyor ve bu sahada sarfedilen yoğun çalışmayı ifade ederek şöyle demiştir: “İnsan ebediliği araştırmaktan ve onun ötesine koşmaktan hiç bir zaman usanmayacaktır. Halbuki bu sahada ebediyen başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü vücudu meydana getiren parçalar muayyen kanunlar çerçevesinde hareket etmektedir. İnsanoğlu, vücudunun organlarındaki fizyolojik zamanı durdurabilir, fakat hiç bir zaman ölümün önüne geçemeyecektir.”(15)
Bilindiği üzere, Allâh’ın herbir Peygamberi belli bir sahada mu’cizeler göstermişlerdir. Hz. İsa’da mu’cizelerini özellikle tıp sahasıyla ilgili olarak izhar etmiştir. Âyet, İsa Peygamberin dilinden şöyle ifade eder: “Allâh’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” buyurlmuştur.
Nitekim Hz. İsa dört bin yıl önce ölmüş olan Nuh Peygamberin oğlu Sam’ı dirilttiği rivayet edilmektedir. Tıp alanında ilim ve teknoloji ne kadar ilerleme kaydederse etsin bu seviyeye gelmesi mümkün değildir.
Bu zikrî geçen âyetin manası adına Bediüzzaman şunu ifade ediyor: “Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine (yüce ahlâkına) ittiba’a beşeri sarihan (açıkça) teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib (teşvik) ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin (çaresiz) dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız (ümitsizliğe düşmeyiniz). Her dert -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”(16)
Yukarıda, yaklaşık bir asır evvel; “Hatta ölüme geçici bir hayat rengi vermek mümkündür.” ifadeleri elbette ki dikkate değerdir. Nitekim bu gün gelişen tıp ilmi ölmüş insanları, bitkisel hayat namıyla geçici bir yaşam şeklinde yaşatabiliyor.
Ama bütün bu olaylarla sürekli iç içe olduğumuzdan ve alışkanlık peyda ettiğimizden dolayı, bunları değil acaip karşılamak, sıradan kendi kendine gelişen normal olaylarmış gibi görüyoruz.
İnsan ölümlü bir varlıktır. Ölüm dünya hayatının sonudur, ama ahiret hayatının başlangıcı, ilk basamağıdır. Her geçen gün insanın ömründen, beden sarayından düşen kaybolan bir taştır. Yeri ve zamanı geldiğinde ölümden söz açılınca dillerimizle öleceğimizi ikrar ediyoruz, ama tavır ve eylemlerimizle hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ederiz. Zaman zaman da bir birimize iltifat ederek “hayırlı uzun ömürler” diliyoruz.
Ve yine Üstad, aynı noktaya parmak basarak şöyle der: “Ey zevk ve lezzete mübtela insan! Binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”(17) diye ifade etmiştir.
Yine âhiret hayatını dünya hayatına nisbet ederek şunu izah etmiştir: “Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme (dünyaya hakim olma) davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniye (insanların ünlüleri) nin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan (ittifakla-birlikte), kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’ad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen (süslendirilmiş) ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla (veba denilen dehşetli hastalığıyla) çoklar o davasını kaybediyor. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”(18) demiştir.
İnsan hayatı denizdeki gel-gitlere benzer, belâ ve musibetleri pek ziyadedir. Bazen mutlu ve bazen mutsuzdur. Zira Allâh bu fani dünyayı bir imtihan meydanı olarak yaratmıştır.
Allâh Te’alâ Mülk suresi ikinci âyetinde ölümün de hayat gibi yaratılışından bahseder ve şöyle ifade eder: “O (cc) ki, hanginizin daha güzel fiillerde bulunacağını imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı yaratmıştır. O çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” buyurarak, hayatın anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, bir hayırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu fiillerin karşılığını bulacağımız ebedi varlık âlemine intikali sağlayan bir dönüm noktası ve Hz. Peygamberin bildirdiği gibi bir uyarıcıdır.
Dünyadaki şu hayat ile arkasından gelmesi muhakkak olan ölüme dair şu veciz ve çok anlamlı sözler, ne kadar da bu makama uygun düşmektedir:
“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahibsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri (idare edeni) var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak (güç yetmez teklif) yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır (daha iyidir). Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.
Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani (boş) şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir kabul edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”(19)
İnsan, sağlık, afiyet, hastalık, zenginlik fakirlik, iyi gün hüzünlü gün ve benzeri durumlarla, her hal-u kârda imtihandadır. Fakat Rahman ve Rahim olan Rabbimiz Kur’an’da ferman ettiği gibi, “Hiç kimseyi kaldırmayacağıyla yükümlü tutmaz. Hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez. Allâh Teâlâ, bir güçlükten sonra başka bir kolaylık yaratır.”(20) diye ifade edilmiştir .
Bunun kadar önem arz eden şu âyet’te de Rabbimiz kuluna rahmet elini uzatmaktadır; “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır; ve kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.”(21)
Cenab-ı Allâh kullarına karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. Kimseyi güç yetiremeyeceği bir imtihanla sınamaz.
Allâh’ın huzuruna sırtında taşıdığın yük ve boynuna asılan fermanla, yani dünyada iken ettiklerinle, yaptıklarınla, fiillerinle çıkacaksın. Asıl gerçek mutluluk; elemsiz, kedersiz cennet hayatında gizlidir.
Madem ölüm var ve çare yok herkes ölecektir. Ve kabir kapısı da açıktır bizleri bekliyor, her an oraya çağrılmaya ve oraya girme ihtimali var. Peki buna karşı en iyi tedbir nedir ve bu tedbir nasıl alınmalıdır? Ve insan ölüm denen hakikati nasıl karşılamalıdır?
Başta nefsim olmak üzere; sizler sevgili dostlarım ve pek kıymetli şu satırları okuyan kardeşlerim, buradan sizlere kutsal kitaptan İlâhî bir hitap ve yüksek bir müjdeyi vermek isterim. İşte o âyet’te Allâh; “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! Çünkü Âllâh bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”(22) buyurmuştur. Bu çok muazzam bir müjde değil midir? Evet herkes için bağışlanmaya bir ümit kapısı. Burada Allâh’ın rahmet ve mağfiretinin sonsuzluğu ifade edilmektedir. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Her insan bundan istifade edebilir. Şüphesiz bu her bir insanın işlediği kötülükleri, kusurları, şer ve günahlarından pişman olmaya Halıkına, Rabbine bir dönüş fırsatı tanımaktadır bilmeli…Allâh’a dönmenin düzgün bir insan olmanın yaşı başı yoktur. İnsan vicdanına danışmalı, ondan gelen sese kulak vermeli ve akl-ı selim ile, gönül gözünü de açarak âzametine iltica edebilmelidir. İşte en büyük ümit kapısı Âllâh’ın sevgisine, rahmetine, ve şefkatine mazhar olmaktır.
Ayrıca bundan daha büyük ve hayretle bakılması gereken bir başka müjdeyi vermek isterim ki, Allâh bu âyet’te insanın daha önce (kul hakkı hariç olmak üzere) işlediği bütün günahlarının kötülüklerinin, iyiliklere çevrileceğini ve iyilik hanesine, hayır ve iyilik olarak kaydedileceğini ifade etmektedir. Şu bahsi geçen âyet’te; “Ancak iman edip Tevbe edenler (yani yaptıklarından pişman olanlar) ve iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allâh onların (daha önce yaptıkları) kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allâh çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”(23) buyurmuştur.
Görüldüğü üzere bu tarz bağışlanma ve affetme ancak Allâh’ın sonsuz rahmetine uygun ve lâyık bir affetme şekli olabilir. Yeryüzünde insanların birbirlerini bağışlama biçimlerinde bu tarz töleranslı bir affetme ne duyulmuş ve ne de görülmüştür.
Madem ölüm var ve her an ölebiliriz ve her adım başı kabre daha da yakınlaşıyoruz. Mukadder sona gelmezden önce temennim odur ki, Allah’ın rahmetine ve şefkat kucağına sığınmalı ve bağışlanmayı hak eden iyi bir insan olmalıdır, o aciz ve pek zaif olan insan.
Her insanın hedefi ve emeli bu saydıklarımızı elde etmek ve kavuşmaktır. Ne var ki bir insan ümitle baktığı ve umduklarına kavuştuğu da hiç vaki olmamıştır. Tasavvur ettikleri hep eksik olmuş ve yarım kalmıştır. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır.
Kesinlikle bilinmelidir ki, bu dünyada sadece mal, mülk ve en yüksek makamları ihraz etmekle mutluluk olmaz.
Bir bakar mısınız? Merhum Sakıp Sabancı’yı hepiniz bilirsiniz. O’nun da imtihanı spastik engelli oğlu Metin ile cereyan etti. Bir gün yanı başında Metin olduğu halde, bir canlı televizyon programında ağlamaklı bir ses tonuyla; “Mal, mülk, para bir yana, O’na bir ayakkabı giydiremedim ya! Yüreğimde ateştir. ABD, Avrupa dahil götüremediğim yer kalmadı, ama dağlar ses verdi, fakat Metin ses vermedi.” dediğini duymuş ve izlemiştim. Haliyle insanlık hali, bayağı da üzülmüştüm.
Ayrıca mal, mülk, servet ve şöhretin, ölüme ne çare ve ne de devâ olmadığıyla ilgili şu haberi gazeteden okumuştum. Kemoterapi tedavisinden dolayı saçları tamamen dökülmüş ünlü moda tasarımcısı Soneli Bendre’nin “GÜNÜN SONUNDA EN ÖNEMLİ ŞEY” Başlığı altında şu son sözleri itiraf niteliğinde: “Garajımda dünyanın en pahalı arabası vardı, ama şimdi tekerlekli sandalyede dolaşmak zorundayım. Şirketim her çeşit marka giysi, ayakkabı, değerli eşyalar satıyor, ama artık vücudum hastanenin verdiği küçük beyaz önlüğe sarılmış. Bankada çok param var, ama artık ihtiyacım yok. Evim kale gibiydi, ama şimdi hastane yatağında uyuyorum. Beş yıldızlı otelden, beş yıldızlı otele gittim, ama şu anda zamanımın çoğunu hastanede bir laboratuvardan diğerine geçerek geçiriyorum. Yüzlerce kişiye imza attım, ama bu sefer tıbbi kayıtlarda imza atmakla meşgulüm. Saçlarımı yedi kuaföre yaptırırdım, ama şimdi bir tane saç telim bile yok. Özel jetim var, her yere uçabilirim ama, şimdi hastane kapısına ulaşmak için iki görevliye ihtiyacım var. Kesinlikle her yiyeceğe gücüm yetse de artık diyetim günde iki tablet, geceleri bir kaç damla tuzlu su. Bu ev, o araba, o uçak, o mobilyalar, bankadaki para, itibar ve şöhret, hiç biri bana yardım edemez, hiç biri ızdırabımı dindiremez. Ve sonra anladım ki; günün sonunda en önemli şey sağlıkmış”
Bilimde duraklama diye bir şey yoktur. Hep yükselme ve ilerleme vardır. İnsan oğlu gökyüzünde fetihler yapabilir, hatta güneşin içine gidebilecek kadar araç gereçler icat edebilir. Hakeza tıp alanında da nihayetsiz ilerleyebilir, mesafe kat edebilir, her derde, her hastalığa deva bulabilir, çareler üretebilir. Ancak ölüm denen bir şey vardır ki; ona ne devâlar temin edilebilir ve ne de çare bulunabilir.
Şu noktaya işaret eden bu âyet bize ne der dikkatle bakalım: “Dünyada zulmeden her insan, şâyet yeryüzünde ne var ne yok bütünüyle kendisinin olsa, canını azaptan kurtarmak için hepsini kesinlikle fedâ eder. O gün azabı görünce korkudan dilleri tutulur ve için için büyük bir pişmanlık duyarlar. O gün insanların arasında tam bir adâletle hükmedilir ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz.”(24) buyrulmuştur.
İnsanın bu dünyadaki bütün yaşamı, çölde bir kervanın vahada dinlenmesi kadardır. Zaman Buğday tanelerini değirmende öğüttüğü gibi, İnsan ömrünü de un ufak eder. Bu zamana kadar ne yaptın, ne gibi arzu ve düşüncelerini hayata geçirmişsin. Ona bakarak kaçırdığın veya istediğin halde yapamamış olduklarına üzülecek veya yaptıklarınla sevineceksin. Mal, servet, evlat, gençlik, giyim kuşam, yüz güzelliği, bunların hepsi dünya hayatının cilveleri… İlerlemiş bir ömür, saçlarına düşen aklar, vücuduna yavaş yavaş yerleşmeye başlayan hastalıklar da şüphesiz ölümün keşif kollarıdır. Zinhar, onlar seni ürkütmesin ve üzmesin. Onları tedbir almaya yönelik birer ikazcı olarak kabul etmeli…Unutma kabre kral da girer, yoksul da girer. 2.Metre uzunluğunda üzerine toprak atıldığında hiç umursamayacaksın. Bu yalan dünyadan çekip gittiğinde; İyi İnsandı, adap ve terbiye bilirdi, yardımseverdi, paylaşmayı, yardım etmeyi severdi, hoşgörülüydü, geçimi güzeldi, diyerek İnsanların dualarını alacaksın; huzur-u mahşerde ne ana, ne baba ne de kardeşi tanıyamayacaksın. Allah’ın Huzuruna yaptığın iyiliklerle çıkarsan ne mutlu sana! Bilinmelidir ki; ölüm Son değil, esas hayatın bir devamıdır.
“Size böyle nimetler veren bir ZAT, sizi başıboş bırakmaz ki, KABRE girip kalkmamak üzere yatsınız.”
Geçen asrın yetiştirdiği büyük akılcı filozofu Pastör bir makâlesinde şöyle diyor: “Gerçek imân terakkiyi menetmez. Çünkü her terakki, her bilimsel gelişme Allah’ın yaratıkları hakkındaki ilk nizam ve düzeni açıklayıp tescil eder. Eğer bu günkü bildiklerimden daha çok bilgim olmuş olsaydı; şüphesiz Allâh’a olan imanım şimdikinden daha derin ve o nisbette de daha sağlam olurdu.”
Tabiî ilimler müverrihi (tarihçisi) Faeber de Allâh’a iman konusuna değinerek şöyle demiştir: “Her devrin bazı çılgınca nefsanî hevesleri vardır. Ben Allâh’ı inkâr etmeyi bu çılgınca heveslerden biri sayarım ki, bu da çağımızın bir hastalığıdır. Derimin yüzülmesi, Allâh’â olan imanımın soyulmasından daha kolaydır.”
Sübhane men teheyyere fi sun’ihi’l-ukul
Sübhane men bikudrethi ya’cizü’l-fuhul
Yani, O Allâh’ı takdis ve tenzih ederim ki, onun san’atında akıllar hayretler içinde kalır. Yine O Allâh’ı takdis ve tenzih ederim ki, kudretiyle en bilgili insanları aciz bırakmıştır.
Evet Hz. Peygamber, “Dünya lezzetlerini acılaştıran ölümü çok çok hatırlayınız, zikrediniz.” Ve “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret etmek, bize ölümü (ahireti) hatırlatır.” buyurmuştur. Başta çok sevdiklerimiz, çocuklarımız, yakınlarımız, ebeveynimiz olmak üzere ebedi âleme intikal etmişlerin kabirlerini ve o mazarlıklarda yan yana, sıra sıra dizilmiş olan mevtaya tefekkürle bakmak ve kendi ölümünü dahi hatırlamak, şüphesiz insanın merhamet duygularının gelişmesine sebep olduğu gibi; Allâh’a dönüşü de kolaylaştıracaktır. Ve ayrıca, insana insan olmanın gereği olan inceliği ve zerafeti de kazandıracaktır.
Şüphe getirmez bir katiyetle inanmalıyız ki; bu dünyada zamanı, mi’adı dolan ve eceli gelen bizler de bir gün öleceğiz ve görmek istemediğimiz ve belki de ürktüğümüz, hatta ikrah ettiğimiz o mezarlıklardan birinde gömülmek üzere; omuzlar üzerinde sevdiklerimiz, eş, dost ve akrabalarımız eşliğinde gideceğiz.
Şu da bir hakikattir ki, gözlerimizi kapayıp ölmekle, ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı da kapanmıyor. Gömüldüğümüz o kabir ise, Hz. Peygamberin ifadesiyle; “Ya cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
Eğer bu ölümüne komşuların, akrabaların, senin şerrinden, kötülüklerinden kurtulma adına seviniyorlarsa; bu senin için en büyük bedbahtlık olacaktır. Yok eğer güzel bir ahlâk ile yaşamış ve insanlık adına hayırlı işler yapmanın huzuruyla ölmüş isen; o vakit herkes hatta semavattaki melekler ve ruhânîler bile, derecesine göre senin ayrılığından müteessir olup, manen ağlayacaklardır.
Bediüzzaman’ın bu güzel nidasiyla şu bahsi kapatalım: “Ey insan düşün! Sen âlâküllihal öleceksin! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok! Gözümüzü kapamakla bizi burada durduramazlar, sevkiyat var!”
İnsanlar için bir misafirhane, bir han, bir bekleme salonu olan bu dünyadan Rabbimiz, Halıkımız huzurunda en güzel şekilde hüsn-ü kabul gören, meleklerden bile daha üstün bir derece ile karşılanmanız dilek ve temennisiyle…
Dipnotlar:
(14) Bakara 2/28
(15)Dr. Mehmet Aydın, Müsbet İlim Ve Allah, Şamil Yayınevi 1976. s. 207
(16)Sözler s.255
(17)Sözler s.150
(18) Asa-yı Musa s. 20
(19) Mektubat, s. 71
(20) Talak 65/7
(21) En’am 6/160
(22) Zumer 39/57
(23) Furkan 25/70
(24) Yunus 10/54
Benzer konuda makaleler:
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Risale-i Nurda “RUH” kavramına farklı bir bakış
- Terörün çözümü Bediüzzaman’da
- DNA ve genetik kotların Risale-i Nurdaki yansımaları
- Yapay zeka ile inanç üzerine bir konuşma
- Hayatı yöneten güç: Ruh meselesi
- Cinselliği doğru kullanmanın ve zinadan korunmanın yolları nelerdir?