Her insanın, sakin bir kafayla kendisini yakından alakadar eden şu soruları mutlaka kendi kendisine sormuş ve sorgulamıştır.
Nereden geliyoruz?
Biz kimiz?
Neredeyiz?
Nereye gidiyoruz?
İşte karşımıza dikilen bu gizemli soruların çözülmesi bir muamma olarak durmakta.
Her şeyi bilmek isteyen ve merak eden aklımız “nereden geliyoruz” sualini ilimden soruyor.
Dünya üzerindeyiz diyoruz, fakat aklımızın, insanî bilgilerimizin, elde ettiğimiz tecrübelerin ve mantığımızın yardımı ile, zamanın cereyanını tersine döndürerek dünyanın evvelki eski halini göz önüne getirebilir miyiz? Kâinat nasıl teşekkül etmiş ve şimdiye kadar hangi değişimlere uğramış? Ya evrende bir kum tanesinden bile küçük şu dünyamız, o nereden geliyor? Ne gibi değişimlere uğrayarak bu günkü duruma geldi?
Dünyanın ilk evresinde, jeolojinin verilerince hayatın menba-ı olan ne toprak ve ne de su yoktu. Ancak günün birinde hayat zuhur etti. Peki bu hayat nasıl ve nereden meydana geldi? Hemen hücre diyeceksiniz diye sesinizi duyar gibiyim. Peki ama bu hücre…
Bütün hücrelerin ilki ve birincisi olan hücre, o nereden geldi? Tesadüfen mi teşekkül etti? İlim bize o hücrenin kendisini ve geçirmesi mümkün olan değişimlerini izah edebiliyor mu?
Ya ruhumuz, o nedir ve nereden geldi? Nasıl hissediyor ve nasıl düşünüyoruz? İsteklerimize hüküm ve emirlerimize sahip olan o gaye ve ideâllere düşkün, o hakkı ve âdaleti, güzeli ve iyiyi arayan maneviyatımız, o nedir?
Nereye gidiyoruz?
Fezaya fırlatılmış başı dönmüş olan bu dünya, dur durak bilmeden nasıl ve nereye doğru seyreder? Dünya fezaya atılmış kocaman bir gülle gibi dönüp duruyor ve her devrini yaklaşık yirmi dört saatte bitiriyor. Bir gece yarısından öbür gece yarısına kadar dünya kendi ekseni üzerinde bir defa devir etmiş bulunuyor. Tıpkı bir topaç gibi. Diğer yandan dünya, güneşin etrafında hemen daireye yakın bir yol katediyor. Bu uzun yolu katetmek, bu yörüngeyi çizmek için sarf ettiği zamana biz bir sene diyoruz.
Burada kısaca milyarlarca seneden beri dünyanın bu devri ve seyahati bir saniye bile değişime ve inhirafa uğradığı vaki olmamıştır.
Bu dakik ve hassas zaman ölçümünü rakamlarla vermek isterim. Dünya Güneş etrafındaki sene-i devriyesini tam 365 gün, 5 saat, 48 dakika ve 46 saniyede tamamlamış olmaktadır. Dünya denilen bu cansız kitlenin, bu kadar uzun bir seyahati, bu hassas zaman birimini kendi kendine tanzim edip ayarlaması mümkün olabilir mi?
Güneşi takip ettiğimizi de biliyoruz. Peki ya güneş! O nereye gidiyor? Bu alevler saçan, esrarla dolu cehennem, bizi peşine takmış nereye sürüklüyor? Hedefi neresidir? Ya sonrası…
İşte, insanın yaşamı boyunca geçirmiş olduğu zamana ömür diyoruz. Zaman ise; yukarıda izah edildiği üzere, dünyanın güneşe bağlı olarak nizamî hareketiyle hasıl olan süreçtir.
Eğer vücut bir insanın tamamı demek değilse mesele münakaşa zahmetine değer. Ruhumuz ne olacak ve ruhumuzu nereye koyacağız? Diğer yandan gören gözlerimiz, şu anda bu meseleleri muhakeme eden aklımız ne olacak?
Evet nereye gidiyoruz?
İlmî hakikatler bu soruların ve sonların sırlarını çözüp bize söyleyebilecek mi? Çünkü her şeyin cevherinde ölümsüzlüğü arıyoruz… Bu dünyadaki hayattan sonra başka bir varlık var mı?
Pascal: “Rûh’un ebediliği bizi o kadar şiddetle alakadar eder ki, bunun ne olduğunu bilmek hususunda kaygısız olmak için, insan bütün hislerini kaybetmiş olmalı…” demiş. Pascal’ın bu sözleri her zaman için geçerlidir ve pek derin hakikati ifade eder.
Şivartz ise, Allâh mefhumu ile ilgili olarak şu betimlemeyi yapmıştır: “Allâh kâinatın her zerresinde gizli ve kendinden kaçınılmayan bir âhengin rûh’udur.”
Tekrar gerilere dönmeye gerek yoktur. Şimdi biz önümüzdeki hayata ve hayattan sonraki ölüm hakikatine bakalım.
İnsan için hayatta, mutlu bir aile, para, servet, çocuk edinme, geleceğinden emin olmak, okumak, adam olmak, meslek edinmek, seyahat etmek, hastalık, sağlık, iyi bir toplumsal hayat ve ilişkiler, araba, ev sahibi olmak; güzel kıyafetler giyinmek, güzelleşmek için iyi bir bakım ve daha binlerce şey onun hayatının gerçekliği haline gelir… Bütün çabası bedeninin arzusu, zihninin taşkınlığı ve aklının ermesi arasında gidip gelen sihirli dünya materyallerine, meta’ına şiddetli bir bağlılık ve bunlara erişmek üzerine kurgulanmış gayret ve hayaller…
Yaşayan herkes için dünkü gün geçti, yarına ulaşmak için kim garanti verebilir. Öyleyse içinde bulunduğumuz gün, hatta saat; ömrümüz için değerlendirilmesi gereken en kıymetli zamanı ve anı ifade eder.
Gerçek hayat, içinde bulunduğumuz gündür.. Oysa ki düşündüğümüz hep yarın… Ömrümüz sürekli bir şeyleri yarına ertelemekle, diğer bir ifadeyle ütopya dünyalarında yaşamakla geçiyor.
Hayallerimizi, umutlarımızı, sevgi sözlerimizi…Affetmeyi, inandıklarımızı gerçekleştirmeyi hep yarına erteliyoruz..Ama bir şeyi unutuyoruz.. Nedir o unutulan şey? Yaşanacak kaç yarınımız olduğunu bilmediğimizi, akıl etmeyi…Sınırsız tasavvur ve umutlar, her gün bir takım hasret ve özlemlerle ertelenen yarınları bekler.
İnsan maddenin dar boyutlarının ötesinde, akıllara hayranlık veren yanlarıyla bir bütündür. İnsan, beyin hücrelerinde elektronlara hapsolmuş, mahkûm olmuş bir varlık, bir yaratık değildir. Tam aksine insan; evren bilincinden aldığı sırlarla atomun erişilmesi imkânsız boyutlarını seyreder. Mükemmel insan, böylesi sonsuz boyutların baskısını hafifleterek ruhuyla iç içe taşıyabilen insandır. Aksi takdirde evrenin sonsuzluklarından gelen güzellikleri yaşayacağı yerde; nihayetsiz çılgınlıkların sonunda bitmez acılar veren dünya girdabında boğulur gider. Nazik, nazenin, zarif yapısal inceliği, onu sonsuz boyutların içinde tüketir, yok eder.
Başta yaratılmışların en mükemmeli olan insan olmak üzere, bütün canlıların yaratılması, gerçek, ölümsüz bir hayat sahibinin varlığının en büyük delilidir. Allâh yeryüzünde, denizlerde olmak üzere her yerde, sayısız canlılara can vermekle “Hayat” sıfatı tecelli etmektedir. Balık, böcek, sinek ve kuşların her çeşidinin yumurtalarından hayat çıkmakta, hem de en güzel ve en parlak şekliyle…
Önce yumurta içindeki akıcı gıda maddesinden pıhtılaşma, sonra et parçası ve kemiklerle donatılması ve akabinde canlı bir civciv, bir canlı… Ancak mu’cize olarak ifade edilebilen bütün bu cereyan eden olaylara tesadüfün müdahalesinin yeri yoktur.
İnsanın yaratılışı, yaşamı ve hayatının kaim olduğu canı, cananı, dayanağı, yegane sığınağı olan rûh’tan bahsettik. Her canlı gibi insan da dünyada bir hayat serüveni, süreci yaşar. Bunun sonunda da mukadder olan zamanda rûh’u el-veda demeden bedenini terk eder, ayrılır. Bu ayrılığın adına “ÖLÜM” derler.
Görüldüğü üzere bu ölüm bahsinin başlığını, Kur’an’da geçen bir kaç âyet’ten esinlenerek koydum.
O âyetler; “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz”(1)
“De ki: Sizin kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, muhakkak sizi bulacaktır.”(2)
“Nerede olursanız olunuz ölüm gelir sizi bulur, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!”(3)
“Ecel (miad) gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri giderler.”(4) buyrulmaktadır.
Bir de başlıkta görüldüğü üzere perdeden bahis var. Hani tiyatro eserleri bölümlerinin her birine perde denir ya!
İşte bu perde sayıları üç perdeden beş perdeye kadar çıkabilmektedir. Bilindiği gibi bu bölüm perdelerinden biri kapanır diğeri açılır. İnsanın bu dünya hayatı da tıpkı bu tiyatro eserlerinin sahnelendiği perdelere benzerler.
Birinci perde; ceninin ana rahmindeki teşekkülü ve doğumuna kadar ki anına…İkinci perde; süt evresi ve çocukluk dönemine.. Üçüncü perde; gençlik çağına… Dördüncü perde; olgunluk ve ihtiyarlık avanına delâlet eder… Ve nihayet beşinci perde, yani dünya sahnesinde sergilenen hayat oyununun son perdesi olan ölümüne işaret eder.
Her şey zevâle, yok olmaya mahkum, makamlar, rütbeler, edindiğiniz servet, mal, mülk, evlât, iyâl, hepsinden ayrılmak, firak haktır, gerçektir. Başta her şey dedik, İnsan bu her şeylerin merkezinde, odak noktasında akıllı, şuurlu varlık olarak yerini alır.
Anasından doğmakla bu dünyaya ayak basar bir hayata sahip, en değerli varlık olarak yeryüzünde yaşamaya başlar ve nimetlerin en büyüğüne mazhar olur. Bu nimetlerin başında şüphesiz hayat gelir. Biz insanlar olarak doğmadan, yokluk âleminde kalabilirdik, ama böyle olmadı, var edildik varlığa kavuştuk. Var edilirken, bir taş, toprak, nebât, bir ağaç ve bunların ötesinde biraz daha üstün bir hayvan, bir canlı olarak da yaratılabilirdik, o da olmadı. Ne kadar şanslı ve değerliymişiz ki, insan olarak var edildik, yaratıldık ve insanlık şerefine nail olduk.
Ama çoğu insan, bu insan olmanın, insan olarak dünyaya gelmenin kadrini, kıymetini bilmez; nankörlük eder, bedbahtlar arasında yerini alır. Ve sonuçta bu insan denilen mahlukun durumu ne olursa olsun, ister paşa ister geda, ister fakir ister zengin, ister beyaz ister siyah, ondan kaçınılması ve muaf kalınmasının ne fırsatı ve ne de imkânı yok iken; bedeniyle, cismiyle ölmeye mahkûm, ama ruhuyla, belki de yeni bir vücut libasıyla ebediyen yaşayacaktır.
Bu ölüm öyle bir şeydir ki, en sağlam bildiğiniz burçlara sığınsanız bile kurtulamazsınız. Uzay araçlarıyla semanın en derinliklerine kadar çıksan, uzaklara gitsen; yerin en dibine, derinliklerine, sığınaklara saklansan yine kurtulamazsın. Nihayetinde, bu dünyadan göçmek için, mukadder bir sondur ölüm. Madem herkes için kaçınılmaz bir sondur bu ölüm; o zaman bu ölüm denen şey nedir? Diye bir soru akla gelebilir.
Öyleyse bu ölüm üzerinde imkânlar ölçüsünde durmak ve mahiyetini öğrenmek, herkes için lâzım gelen bilgileri edinmek, önemli bir görevdir.
Diğer semavî kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur ve bütün kutsal bildiğimiz metinler; ölümden sonra ebedi âlemden, hesap gününden, iyiler için mükâfat ve kötüler için de cezadan bahsederler.
Kur’an’ı Kerim ise, bütün insanlığa hitap ederek, tevhid, haşir, risalet, ubûdiyet, âdalet üzerine işler ve açılımlar yapar. Dörtte biri ahiretten, sonsuz ebedi âlemden bahseder. Rûh’un ölümsüzlüğünü hikâye eder. Özellikle Yasin suresi, baştan başa ölüm hakikatinden, hesaptan, büyük mahkeme denilen “mahkeme-i kübradan” hiç kimsenin haksızlığa uğramayacağından söz eder. İyiler için cennetin güzelliklerinden, ezvakından bahseder. Elbette ki kötülerin, özellikle kul hakkına girenlerin kesinlikle cezasız kalmayacaklarını va’d eder. Orada iltimasın, adam kayırmanın, hele hele dünyada olduğu gibi, torpilin olamayacağını herkesin hakkı ne ise eda edileceğini, orada tastamam, mükemmel bir âdalet ve hukukun icra edileceğini ifade eder.
Örneğin şu âyet’te en hassas bir uygulamanın olacağını nazara verir: “O gün ağızları kapatıp mühürleriz; yaptıklarını elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.”(5) buyurmuştur.
Bu meyanda bir kaç âyet ve hâdis şöyle nakledilebilir:
“O gün onların dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerine, yaptıklarına şahitlik edeceklerdir.”(6)
“Kişi sevdiğiyle beraber haşrolacaktır.” Hadis.
“Kim ki bir topluluğun yaptıklarını severse; kıyamet günü onlarla beraber haşrolur ve yaptıklarını yapmamış ve işlememiş olsa bile, onlarla beraber hesaba çekilecektir.”(7)
“O gün zâlim pişman olacak, şöyle diyecek: Eyvah! Keşke filanı dost edinmeseydim.”(8)
“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allâh size mükafatınızı verir.”(9)
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhirete gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”(10) buyurulmuştur.
Hayatın ve insani değerlerin korunması, dünyanın imâr edilmesi ve ebediyet için gerekli hazırlığın yapılabilmesi için Allâh insana hayatı sevdirmiş; ölümü ise acı ile karşılanır bir niteliğe büründürmüştür. Kur’an’ı Kerim’de Allâh ile buluşma sevincini hissetmeyen, yalnız dünya hayatına gönül bağlayıp orada huzur bulan gafiller yerilmiştir.(11)
Kısaca ölüm; hayatın fizikî mekanizmasının durmasıdır. Yani buna rûh’un bedenden ayrılmasıdır da diyebiliriz. Bir insanın ölmesi çoğu zaman zahirî sebepler çerçevesinde cereyan eder. Meselâ elektrik çarpması, boğulması, kalb krizi, damdan düşmesi, herhangi bir hastalık sonucu ölmesi, katledilmesi, intihar etmesi ve daha nice nedenlerle ölmesi gibi. İster sebepler tahtında, ister ölümü için hiç bir sebep olmaksızın, miadı dolunca yani eceli gelince ölecektir.
Bu hususu Allâh Teâlâ değişik âyetlerde şu şekilde açıklamaktadır. “De ki size öyle bir gün va’d edilmiştir ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”(12) diğer bir âyet’te, “Allâh eceli (ölüm zamanı) geldiğinde hiç kimseyi (yani ölümünü) ertelemez.”(13) buyrulmuştur. Burada saat saniyelerle ve alıp verilen nefes adedi ile ölçülen bir zaman birimini ifade eder.
İnancı ve itikadı zayıf insanlarda, özellikle ömürlerinin sonlarına doğru, ölüm denen hakikatten bir ürküntü hissettikleri ve kendilerini ölümden bir korku ve telaşa kapıldıkları da inkâr edilmez bir problem olarak değerlendirilmektedir.
Bu sebeple İslâm filozoflarından el-Kindî, el-Hile li def’il-Ahzan adlı kitabının sonlarında bu ölümden korkulma meselesine ayırmıştır. O’na göre ölüm: İnsan tabiatının tamamlayıcı unsuru, insan tanımının temel ögesidir. Zira insan “âkıllı ve ölümlü varlık” diye tanımlanır. Şu halde ölüm olmasaydı, insan da olmazdı. Yani bir varlık ölümlü değilse, insan değildir. Çünkü ölüm mutlak bir yokluk olmayıp ebedi ve daha yüksek bir hayata geçiştir. Ölüm korkusunun asıl sebebi böyle bir hayata inanmamak veya bu hayat hakkında doğru bir bilgiye sahip olmamaktır.
Ölümün önceki hayata göre daha iyi olan yeni bir hayata geçiş olduğuna inanmadıkça ölüm korkusunu yenmek mümkün değildir. Sonsuz ahiret hayatına inanmayan insan zihnini ölüm korkusundan uzak tutmak için, kendini tutkularının akışına bırakır ve adeta o tutkuların esiri olur.
İyi, erdemli ve kâmil bir imana sahip olan, hak ve hakikatin ve vicdanın kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları yerine getiren kişi ölümden asla korkmaz.
İnsanın ölümden korkmasının bir sebebi de geride bırakacağı mal, mülk, servet tutkusu, evlad-u iyâl, yani çoluk çocukları hakkındaki endişeleri, gözünün arkada kalması; yani sonsuz istikbâle değil, geride bıraktıklarına olan hazin bakışlarının neticesidır.
Dünyanın fani, geçici olduğu, hiç bir şeyin kararında kalmadığı, ebedi memlekete yolculuğun devam ettiğini Kur’an âyetlerinin izahlarından öğreniyoruz.
Yunus Emre, bu fani dünya hayatındaki ömrün kısalığından, gençliğin, servetin ve zevk-u sefasının âhirete nisbetle bir hiç hükmünde olduğuna ve süratle zevâle doğru aktığına işaret ederek şöyle demiştir: “Ana rahminden geldik pazara/ Bir kefen alıp döndük mezara.”
Yine âhiret hayatı, bu kısa ömür içinde kazanılacağından, baki hayata hazırlanmanın önemini anlatan Üstad: “Her kim hayat-ı faniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde de olsa manen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bakiyeye ciddi müteveccih (yönelmiş) ise, saadet-i dareyne (dünya ve ahiret saadetine) mazhardır.” diye ifade etmiştir. Eserlerinde, ahirete göre bir ân-ı seyâle olan, şimşek gibi geçen dünya hayatı ve içindekiler, ebedi saadete nisbeten “bir katre serap hükmünde” olduğunu nazara vermiştir.
Aynı konuya devam edilecektir.
Dipnotlar:
(1) Âl-i İmran 3/185. Ankebut, 29/57
(2) Cuma, 62/8
(3) Nisa 4/78
(4) A’raf 7/34
(5) Yasin 36/65
(6) Nûr 24/24
(7)Hadis. Elbani 4536
(8)Furkan 25/ 27-28
(9) Muhammed 47/36. Hadid 57/20
(10) Ankebut 29/64
(11) Yunus 10/7-8
(12) Sebe 34/30
(13) Munafikun 63/11 Nahl, 16/61
Benzer konuda makaleler:
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- DNA ve genetik kotların Risale-i Nurdaki yansımaları
- Risale-i Nurda “RUH” kavramına farklı bir bakış
- Terörün çözümü Bediüzzaman’da
- Bir nur talebesinin siyasetteki istikameti
- Müflis Proje: KEMALİZM
- İnsanın yaratılış hakikati ve mahiyeti