Kader mes’elesi

Kader, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip, Levh-i Mahfuz’unda takdiri ve yazmasıdır. Yani takdir-i İlâhîdir. Kadere îmân, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanmadır ve îmânın rükünlerindendir.

Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif ve mes’uliyetten kurtulmaması için karşısına cüz-i ihtiyâr çıkmakta, ona ‘Mes’ul ve mükellefsin!’ demekte; yine yaptığı iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp ‘Haddini bil, yapan sen değilsin’ demektedir. Kul kendi cüz’i irâdesi ile ne mes’uliyetten kaçabilir, ne de fiillerinin yaratıcısı olmadığı için iyiliklere sahip çıkabilir. Bu tam bir denge ve istikamet hâlidir.

Kader ve kaza konusu bütün İslâm âlimlerini ve de felsefecilerini meşgul etmiş bir mes’eledir. Kader ve kaza, Allah’ın irâde ve kudret sıfatlarının zarûrî bir gereği ve neticesidir. Çünkü şu kâinatta cereyan eden hâdiselerin tamamı bir ilme, bilgiye dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir irâde ve kudretle gerçekleşmektedir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten Zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irâde etmiştir. Allah’ın ilmi, kudreti, irâdesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kâinat ve şu hâdiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan ve esâsa dayanmaktadır. İşte kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icrâ’ edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir.

Kader bir ilimdir. Her şeye mânevî ve husûsî kalıplar hükmünde bir miktar tayin eder. Her şeyin bir haddi vardır. Kaderin çizdiği bu miktar ve sınır, o şeyin vücûduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Bitkilerin çekirdeklerinde bulunan kuvveler ve programlar kader kalemiyle yazılmıştır ve kuvveden fiile geçmeleri o kader planına göre olmaktadır.

Bir değer cihetle kader, varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (cc) tarafından ezelde tayin buyrulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir. Kaza ise ezelde takdir olunan her şeyin Allah’ın halk ve icadıyla vücût sahasına çıkmasıdır.

Bu izâhlara göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Kader kazadan önce gelir ve daha şümûllüdür. Her kaza olunan şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmuş denilemez. Yaratılmayan şeyler kaderdedir, yani Allah’ın ilmindedir, onlar için ancak kaza edilmemiş diyebiliriz.

Kaderin kazadan daha geniş ve etraflı olmasını şöyle de açıklayabiliriz: Bir kişi Allah’ın (cc) yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr olmuş olur. Aynı insan, Allah’ın (cc) emirlerini yerine getirirse iyi bir insan ve makbûl bir kul olur. İşte birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Allah, asi ve sâlih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. İnsanlar bu iki yoldan hangisine giderse, onun neticesine varır. Burada kader zorlayıcı değildir. Seçen biziz ve sonucuna katlanmak da bize ait olmalıdır. Biz ızdırârî fiillerimizden mes’ul değiliz. Bizim mes’ul olduğumuz ne kadar fiil varsa hepsi ihtiyârî fiillerdir. Bizler ister, meyleder ve seçeriz, Allah da seçtiğimiz filleri kudreti ile yaratır. İşte bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda İlâhî takdirin gereği olduğu için de kaderdir.

Kader Allah’ın olmuş, olan ve olacak her şeyi levh-i mahfuza ilm-i ezelisi ile yazmasıdır ve ilim nevindendir. İlm-i ezeli: Allah’ın geçmiş, hal ve geleceği aynı anda tutan sonsuz ilminin unvânıdır. Bunu şu misalle akla yaklaştırabiliriz. Bir ayna düşünelim. Bu ayna ne kadar yüksekten tutulursa içine alacağı alan genişler. Aynanın tuttuğu mesafe hem sağ (geçmiş), hem sol(gelecek) hem de hâli (yaşanan zaman) kuşatır ve tutar. Düşünelim ki A şehrinin üzerinde çok yüksekte çok geniş ve büyük bir ayna tutalım. O ayna ne kadar yukarıdan tutulursa o aynanın içine A şehrinden başka, sağda bulunan B ve solda bulunan C şehirleri girebilir. Hatta bu ayna daha yükseğe çıkarılsa aynı an ve zamanda Türkiye hatta Dünya aynanın içerisine girebilir. Böylece ayna yükseklik durumuna göre bütün zamanları içerisine alabilir konumda olabilir. İşte Allah’ın ilm-i ezelisini her şeyi kuşatan bir ayna misali ile akla yaklaştırabiliriz. Böylece aynı an ve zamanda Allah ezelî ilmi ile her şeye hükmeder, her şeyi görür ve O (cc), zaman mevhumunun dışında olarak an hükmünde her şeye muttali olur, görür, bilir ve kader defterine yazar.

“Atâ, kaza ve kader,” bunlar Allah’ın üç küllî kânunudur. Bir şey hakkında verilen karar kader, o kararın infâzı (yerine gelmesi) kaza, kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek atâ demektir. Atâ; bağışlama ve lütûftur. “Atâ, kaza kânûnunu, kaza da kaderi bozar. Meselâ, bir musîbetin ve belânın takdir edilip yazılması kader, belânın nüzulü kaza, sadakanın belâyı durdurması ise atâdır. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Atâ yani, Allah’ın şarta bağlı olarak, affı ile infazı kaldırması, kaza kânununu, kaza da kaderi değiştirebilir.

İnsanın elinde sadece ve sadece irâde-i cüz’iye vardır. İrâde-i cüz’iyenin üssül’esası da meyelandır. Meyelan ise meyletmek ve istemektir. Vücud-u haricisi yoktur, ancak vücud-u ilmisi vardır. Bir fiilin bidayeti yani başlangıcı insanın irâde-i cüz’iyesine, neticesi de İrâde-i Külliyeye aittir. İrade-i Külliye insanın irâde-i cüz’iyyesine bakar ve öyle taallük eder. Yani kul seçimini yapar, küllî irâde de kudret ve irâde-i rabbaniye ile o fiilin illet-i tamme (bütün şartlar) ile şartları tahakkuk etmiş ise tecelli eder ve fiil Allah tarafından yaratılır. Öyleyse kul fiilinin hâlıkı değildir. Kul seçiminden sorumludur. Aynen bir talebenin imtihanda seçtiğinden sorumlu olduğu gibi.

Allah geleceği nasıl bilir?

İlim mâlûma tabidir. Mâlûm ilme tabi değildir. Meselâ bu günün Pazartesi olması mâlûm, bizim onu bilmemiz ilimdir. Veya insanın zihninde bir elmanın şekli ilim, elmanın vücudu ile varlığı malûmdur. “Nasıl olacak öyle talluk ediyor”. Allah bizim cüz’i ihtiyarimizle ne yapacağımızı biliyor. “Bizim cüz’i ihtiyarimizle neler yapacaklarımız” malûmdur. Allah’ın bunu bilmesi (ilm-i ezelisiyle) ise ilimdir. Öyleyse ilim mâlûma tabidir. İlmin düsturları mâlûmu vücut noktasında idare etmiyor. Yani Cenâb-ı Hakk öyle bildiği için biz yapmıyoruz. Bizim yapacağımızı ilmiyle biliyor. Yani biz kendi seçimimizi yazdırıyoruz.

“Mademki Allah benim ne yapacağımı biliyor” cümlesinde bilmek fiilinin fâili; Allah, yapmak fiilinin fâili; irâde-i cüz’iye cihetiyle seçerek irâde-i külliyenin taallukuna sebep “ben”. Öyleyse mes’ul de benim.

‘Allah gelecekte bizim ne yapacağımızı bilmez’ diyen gafiller olduğunu duyuyoruz. İnsan cüz’i ilmi ile yıllar sonra olacak ay ve güneş tutulması ve takvimlerdeki vakitleri ve olayları bilerek yazabilir. O zaman geldiğinde ise yazılanlar vuku bulur. Bu aciz insanların ilmi ile olacak, ancak ilmi sonsuz olan Allah geleceği bilemeyecek ve bilmemek gibi bir acziyette olacak. Hâşâ ve kella! Birileri Allah’ın sıfatlarını aciz olan insanlar ile eşitlemeye mi kalkıyor acaba? Allah gelecekte olanları bilmez demek, ne demek? Bir de bilmesin mi? O zaman hâşâ Allah aciz olmaz mı? Acziyet Allah’a noksâniyet izâfe etmek olmaz mı? Allah geleceği bilemesin mi? Bilmez ise o zaman hâşâ O Allah olabilir mi? Allah’ın sıfat ve şûunatı sonsuz olduğuna göre ilmi de sonsuzdur. Öyleyse o sonsuz ilme nâkise ve âcize ârız olamaz.

Nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rubûbiyet ve Rablık eden ve zerrattan tâ yıldızlara, galeksilere kadar bütün kâinatı ve mevcûdatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Zat; nasıl aciz olur da geleceği bilemez? Öyleyse, kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Acz tahallül edemez.

Âcizlik O’na müdahele edemez vesselâm!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*