Kader, rahmet ve hikmetle beraber yürüyor

Kader yazıları – 2

Geçen haftaki yazımızda bir konu etrafında ihtisaslaşma niyetiyle Bursa Uludağ’da gerçekleştirdiğimiz okuma programından ve derinleşme mevzuu olarak da kader meselesini seçtiğimizden bahsetmiştik. O yazımızda niçin bu konuyu seçtiğimize ve bunun sebeplerine temas etmiştik.

Talebelerle mütalâa ettiğimiz kader sohbetlerine başlarken, öncelikli olarak dikkatimizi Risâle-i Nur’un eğitim metodu çekti.

Kader mevzuunun Sözler adlı eserin 26. Söz’ü olarak tesbit edilmesinin hikmetini, tedricî bir metotla, 25 basamaklı bir merdiven çıktıktan sonra anlaşılabilecek ve ulaşılabilecek bir nimet, bir mesele olması ile alâkalı olduğunu düşündük. Bundan başka, yine kader meselesinin, kendi içinde de, tedricî olarak, mânevî seviyeyi basamak basamak yükselterek, mebhas mebhas ele alındığı dikkatleri çekti. Yani ilkokul mesabesinde bulunan birisine üniversite dersi vermek ne kadar abes ise, imanın nihayet hududunu gösteren kader meselesinin de Risâle-i Nur’un önceki sözlerinden bîhaber olanlara ders verilmesi aynı derecede abes anlamında olacaktır. Belki de Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kader mevzuunda konuşmayın. Zira kader, Allah’ın sırrıdır (sırrullah). Allah’ın sırrını faş etmeye kalkmayın” hadis-i şerifindeki ikaz, bu sebepledir. Yani hadis-i şeriften ‘Bu mevzuyu herkesle ve her seviyeden insanla konuşmayın’ ikazı anlaşılabileceği gibi, kaderin ikinci çeşidi olan bedihî kader kısmıyla ilgili ileri-geri konuşmayın anlamını çıkarmak mümkündür.

Talebelerimizle yaptığımız ilk günkü bu sohbetlerde bir başka şey dikkatimizi çekmişti. Bediüzzaman’ın, bir çok kelâm âliminin sayfalarca ancak havassa anlatabildiği bu meseleyi, 3-4 sayfada avamın da anlayacağı şekilde anlatmasındaki takip ettiği metottu. Üstad zihinleri kader mevzuuna hazırlamak için öncelikle imanî bir alt yapı oluşturup, bu alt yapının ayaklarını belirleyip, kader mevzuunu bunların üzerine inşa etmesiydi.

Meselâ bu konu ile ilgili öğrenme sürecine girecek olanların, öncelikle şunlara inanması ve bu konuda şüphe taşımaması gerekiyordu.

Bunlar, öncelikle Allah’ın Âdil olduğuna iman, sonra onun her işi Hikmet’le yaptığına ve kâinatta hüsnün asıl olduğuna, kaderin her şeyinin güzel olduğuna ve her şeyin Rahmet’le yaratıldığına inancın sağlam olmasıydı. Bu imanî alt yapı sağlamlaştırılmadan kader mevzuunda itirazvârî sorulan soruların ardı arkası kesilmeyecektir.

Biz de talebelerimizle öncelikle bu meseleler üzerinde durduk. Cenâb-ı Hakk’ın adaleti, hâkimiyeti, rahimiyeti ile ilgili Risâle-i Nur’da hayatın içerisinden örneklerle bu mesele ile ilgili soruları ve şüpheleri gidermeye çalıştık.

Kaderin her şeyi güzeldir. Zira Cenâb-ı Hak, yarattığı mahlûkatına bu dünya hayatını devam ettirebilmesi için gerekli bütün şartları en güzel bir şekilde hazırlamıştı. Kuşları uçmaya müsait bir yaratılışla, balıkları yüzmeye uygun bir donanımla hayatlandırmıştı. Hangi bir zîhayata baksak techizatında rahmetin, hikmetin ve adaletin tecellilerini apaçık görmek mümkündü.

Bu rahmet, hikmet ve adaletin mahlûklar içerisinde en fazla tecellîsine mazhar olan ise şüphesiz insandı. Kâinat her ferdiyle insana hizmet ediyor tarzda yaratılmıştı. Cenâb-ı Hak, yaratılışı gereği çeşitli fenlere, ilimlere istidatlı olan insanın bu kabiliyetini medeniyet nimetlerine çekirdek kılmıştır. İnsanın ise, istidatlarının Allah’ın bir ikramı olduğunu düşünmesi, bu fenlerin meyvelerinin dahi O’nun bir ihsanı olduğunu idrak etmesi gerekmekteydi.

İşte Allah’ın bütün lütufları, ihsanları sadece dünyaya has değildi elbette. Onu ebedî bir cennete namzet kılmıştı. Bütün bunlar Kaderin meyveleriydi.

Talebelerle mütalâalarımız sürerken ince noktalar yakalıyorduk. Kader, rahmet ve hikmetle beraber yürüyordu. Rahmet hikmetsiz olunca bir anlam ifade etmediği gibi, hikmet de rahmetsiz olmuyordu. Yani Allah, İlâhî plan ve programda çeşitli cihazlar ihsan etmiş ve cihazlar hayatımız için en faydalı şekli alarak bedenimiz içinde en münasip yerlere yerleştirilmişti. Hâsılı Allah’ın takdir ettiği fiili, hikmet ve rahmetle tezahür ediyordu. Gözü veren gözün göreceklerini de yaratıyor. Mideyi veren, midenin arzuladığı nimetleri de veriyor. İnsaniyeti veren, esmaü’l-hüsnâ hazinelerini, cenneti de veriyordu. Zaten fen dediğimiz bilimler de kâinatta apaçık görülen hikmetleri keşiften başka bir şey değildi.

Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve yasaklarına baktığımızda, insanın hem ebedî saadetini netice verecek bir program olduğunu, hem de dünya hayatını dahi nizama sokacak bir takdir olduğunu fark ettik.

Bizlere düşen de, bu hakikati idrak etmek, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine itimat ederek O’nun ezeli ilmiyle çizdiği programa hakkıyla uymaktı.

Hâsılı; kaderin her şeyinin güzel olduğunu ve rahmeti netice verdiğini Bediüzzaman’ın verdiği ‘hırsız’ misâliyle daha iyi kavradık. Başımıza gelen her şeyin hikmetle olduğunu, beşer zulmetse de kaderin âdil olduğunu anladık.

Bizleri yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemlerine çıkaran; taş, hayvan olarak bırakmadan, insan olma şerefini ihsan eden; zerreden şemse, her şeyi hizmetimize sunan, bizi ebedî saadete namzet kılan Yüce Rabbimizin elbette ezeli ilmi ile çizdiği kader programı rahmet, hikmet ve adalet üzre olacaktır.

Kaderle ilgili şeytanın kafamıza attığı isyan ve itiraza sevk ettiği her meselede, bu hakikatı zihne getirerek bir kez daha düşünmek, sağlıklı bir itikadı netice verecektir. Zira bizi bu kadar nimetlerle seven, ihsanlarla sevdiğini hissettiren hiç kimseye zulmetmez. Dünyevî musîbetler zaten içinde birçok hikmet ve rahmet çekirdeği taşır. Dinî olmamak şartıyla diğer başa gelen bütün sıkıntılar günahlara kefaret olabildiği gibi, sabır içinde şükretmek şartıyla manevî derecelerin artmasını netice verecektir.

İnsan neyi hak ediyor ve talep ediyorsa, Cenâb-ı Hak onu veriyor. Cehennem insanın kendi hatalarının bir neticesidir. Allah, hem kendimize, hem diğer insanlara bizden daha merhametlidir… gibi düşüncelerle, insan, kader meselesiyle ilgili itirazkâr düşüncelerden kurtulabilecektir.

Israrla, kader mevzuunun derin meselelerine girmeden önce, bu konuların üzerinde durduk. Talebelerin zaman zaman ve bizlerin de aklına bir an gelen şüpheli sorular ve büyük bir bölüm, bu ön mütalâalarımızla cevap bulmuştu. Artık zihnen ve kalben, “Cüz-i ihtiyârî ve kader nasıl tevfik edilebilir?” meselesine hazır durumdaydık. İnşâallah gelecek haftaki yazımızda; ‘cüz-i ihtiyârî ve kader meselesinin kullanım alanları’, ‘kaderin vicdânî bir mesele oluşu’ ve ‘hangi insanın kaderden bahse hakkı var, hangi insanın yoktur?’ gibi meseleler üzerinde durmaya çalışacağız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*