Kader-i İlâhî isyanımız için musîbet verir

Risale-i Nur’da başımıza gelen musîbet, zulüm ve hâdiselerde sırr-ı kadere bakan cihetler şöyle ifade edilmiştir. “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî’nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyâde, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.”1 Ancak “Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder.”2 noktası pek çok hikmetli fiilleri izah eder konumdadır.

“Risâle-i Nur’da ispat edilmiş ki, insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlâhî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlâhî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki, hakikî bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor.”3 Öyleyse zahiren mağdur ve musîbete düçâr konumunda olanların bu noktaya çok dikkat etmeleri gerekiyor. Başa gelen musîbetlerde kaderin hükmündeki ince hikmetleri ve dersleri tefekkür etmek biz kullar için ehemmiyetli bir vazife olmalıdır. Çünkü “Kader-i İlâhî isyanımız için musîbet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Evet aynı şeyi–hem musîbettir–Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir.”4 Beşerin eliyle başımıza gelen musîbet ve zulümlerde zulmü irtikab edenler de masum değildir. Ancak çok hikmetlere mebni olan o musîbet ve hikmette kader-i İlâhinin tecellisine birer sebeptirler, yaptıkları zulümden masum değildirler. Bir de şöyle ince bir nokta vardır: ”İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat ‘Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz.’5 sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, ‘Kader gelince göz kör olur’ hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.”6

Demek ki beşer bazen gayretullaha dokunacak fiiller işliyebiliyor. Bundan dolayı da musîbete giriftar olabilir ve bu musîbet bir zalimin eliyle tecelli edebilir. Böylece “Gayr-ı meşrû lezzet bazan bir sene mânevî elem çektiriyor.”7 Hâlbuki dünyanın zevki, lezzeti “Hususan meşrû olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor.”8 Bu noktayı özellikle ehl-i imân dikkate almak mecburiyetindedir. Çünkü “Tarik-i gayr-ı meşrû ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşrû muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.”9 Bu noktanın izahı sadedinde Bediüzzaman Hazretleri şu ibretli tesbiti yapıyor: “’Gayr-ı meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet olduğu’ kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tâzip ediyor. Ben de bu azâba müstehakım deyip sükût ediyordum.”10 Hem de “tarik-i gayr-ı meşrû ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor.”11

Öyleyse lâyık olmayan esbaba prestiş edip, neticeyi onlardan beklemek ve onların dünyevî hesap ve kitaplarına bel bağlamanın ve muhabbet etmenin cezası kader-i İlâhî cihetinden merhametsiz biz azap, zulüm ve elemi çektirebilir. Çünkü “Musîbet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.”12 Bizler, “Hangi fiilimizle kadere fetva verdirdik ki, şu musîbetle hükmetti?” diyebilmeliyiz. Hem de “Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var”dır.13

Madem hakîkat-i hâl böyledir, öyleyse imân ve Kur’ân hizmetlerini esâs maksad yapanlar sırr-ı ihlâs ile hareket etmelidir. İhlâs, kalbî bir ameldir. Kullukta harika sadâkat ve fevkalâde metânettir. İhlâs, İslâmiyetin bir esâsıdır. Rızâ-i İlâhî cihetinde Kur’ân’ın ders verdiği hükümler ve kudsî hakîkatlere ait harekât ve a’mâldir. Hakîkat-i ihlâs, rızâ-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinâdı yoktur.

Mânevî hizmetlerin gâye-i aslîsi ihlâsa dayanır. Çünkü ihlâs sırrı kulun kalbî niyetlerini Rabbine rapteder ve kul sadece Rabbinin rızâsını esâs alır. Aslî olan dünyevî gâyeler ve siyâsî maksatlar ve neticeler sırr-ı ihlâsa münâfîdir. Çünkü ihlâs, bir fiili yalnız Allah emrettiği için yapmaktır. İhlâs hakîkati öyle bir sırdır ki kâinatta maddî ve mânevî bütün gâyeleri, neticeleri ve maksatları hedef ittihaz etmemeyi gerektirir. Onun içindir ki cemaatî olan mânevî îmân ve Kur’ân hizmetleri arzî ve dünyevî meseleler olan siyâset, ticaret, hubb-u câh, benlik, gösteriş ve şöhretperestlik olan lüzûmsuz malâyaniyata âlet edilmemelidir.

Hizmet-i îmâniye ve Kur’ânîyedeki vazîfemizde galib de, mağlûp da olsak, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık gelmemelidir. İhlâs, güzel ahlâkın esâsı ve rûhudur. Hizmet-i dînîyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemesidir.

Dinî cemaatlerin gâyesi ihlâs olmalıdır. İhlâs ile hareket edenlere rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Çünkü ihlâslı amellerde dünyevî hatta uhrevî maksatlar aslî gâye olmamalıdır.

Dipnotlar:
1- Lem’alar, 2006, s: 643.
2- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 385.
3- Emirdağ Lâhikası, 2006, s: 619.
4- Eski Said Eserleri (Hutuvat-ı Sitte), 209, s: 449, 50.
5- İnsan Sûresi, 76:30.
6- Mektubat, 2006, s: 87,88
7- Lem’alar, 2006, s: 476
8- Lem’alar, 2006, s: 477
9- Mektubat (Hakikat Çekirdekleri), 2006, s: 800.
10- Mektubat, 2006, s: 125.
11- Eski Said Eserleri (Tuluât), 2009, s: 578.
12- Eski Said Eserleri (Sünûhat), 2009, s: 495.
13- Sözler, 2006, s: 365.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*