Kâinata değişilmeyen adam: Zübeyir Gündüzalp

Nisan yağmurları… Artık tam da mevsimi… Bazen hüznü yansıtır, bazen sevinci…
Nisanın ilk haftası gelince doğrudan aklımıza toprağa düşen Nur Talebeleri geliyor. 2 Nisan Zübeyir Gündüzalp, 3 Nisan Tahiri Mutlu ve M. Emin Birinci Ağabeyler. Nurun kara sevdalıları… Üstadın gözbebekleri… İşte bunların içinde benim hassaten ıslanmak istediğim ise Zübeyir Gündüzalp.

Onu anlatmak için genelde kişisel bilgilerinden bahsedilir. Elbette bugün bunları yazmayacağım… Ben onun maddî hayatından çok beni etkileyen ve onu Nurun kumandanı yapmaya kadar götüren nurlu hayatından bahsedeceğim..

Bilindiği gibi Zübeyir Ağabey Konya Postanesinde işe başlar ve Üstadın hizmetine girinceye kadar devam eder bu görevine. O zamana kadar işinde başarılı bir memur ve keskin hedefleri olan birisidir. Meselâ dünyanın en zengin adamı olmak ve yine dünyanın en güzel kızıyla evlenmektir hedefi. İdealist ve kararlı bir insan. Ancak bu idealler 1944’te Risâle-i Nur’la tanışıncaya kadardır. Risâle-i Nur’u tanıyınca bambaşka bir ufuk açılır ona ve kalbine tek bir sevda düşer; o da Bediüzzaman Said Nursî’nin sevdasıdır.

İlk risâleleri okumaya başladığında 14 saat hiç aralıksız okumuştur. Kendi tabiriyle “dem ve damarlarına işleyinceye kadar” okur, okur sonra yine okur. Bıkmadan, yılmadan, usanmadan okur. Bu okuyuş onu daha önce hiç aklına bile gelmeyen bir hayat tarzının içine çeker. Artık tek hedefi vardır: Risâle-i Nur’u bütün dünyaya duyurmak ve gençliğin imanını bu eserlerle kurtarmak. Sonrasında ise içinde ateşi hiç sönmeyen bir istek durmadan onu Üstada doğru sürüklüyordu. Ve nihayet karar verir ve Risâle-i Nur’u tanımasına vesile olan Mehdi Halıcı’ya derdini açar. “Ben Üstadı görmek istiyorum”.

Ve nihayet 1946’da Emirdağ’da Üstadı ziyaret etmek nasip olur. İlk karşılaştığı an, en unutulmazlardan biridir. İlk bakışla öyle bir derde tutulur ki dermanı yine o derttir! Ağlamaya başlar. Hıçkıra hıçkıra çocuk gibi ağlar. Erkekler ağlamazdı (!), ama o ağlar. Üç saate yakın Üstadın yanında kalmasına rağmen ona doyamaz ve ağlamaya devam eder. Allah’ım nasıl bir duyguydu Üstadı görmek, onun sevdasına tutulmak… Şimdi düşünüyorum da ne kadar boş sevdalar peşindeyiz Allah’ım!

Her sevdalı gibi o da sevdasının yanında bir ömür geçirmek isteyecekti ve istedi. Fakat sevdası ona; “Şimdi değil” diyerek biraz daha yanmasını sağladı. Tâ ki iki yıl sonra, 1948’de bütün Nur Talebelerini, devrin müstebid ve Nur düşmanı yönetimi Afyon hapsine tıkıncaya kadar. Ancak bir tanesini unutmuşlardı: “Siz Türkiye’deki bütün Nur Talebelerini içeri tıktırdığınızı mı zannediyorsunuz? Halbuki en önemlisini unuttunuz dışarıda. Konya-Beyşehir Postanesinde çalışan Konyalı Zübeyir’i dışarıda bıraktınız” diyerek kendisini ihbar eden ve sevdasına böylece kavuşan Zübeyir Gündüzalp’i.

Bu kavuşma, yanında çetrefilli ve çok da ağır çileleri getirecekti. Ne de olsa sevdası büyük olanın, imtihanı da ağırdı ve öyle de oldu. Çok sıkıntı çekti, ama hepsine fedakârane ve metanetle sabretti. Sırf Üstadına yakın olabilmek ve her ihtiyacında yanında olmak için. Mahkemede yaptığı o muazzam müdafaa… “Sen de Risâle-i Nur’un talebesiymişsin?” sorusuna; “Kendimde o liyakati göremiyorum. Ancak Üstadım kabul ederse, evet maaliftihar ben de Nur Talebesiyim derim” cevabını verince, o an Üstad ayağa kalkıp iddia makamına karşı: ”Binine bedel kabul ettim” der. Ve müdafaası ateş saçan sözlerle devam eder. Öylesine etkileyici idi ki, sonunda beraatle sonuçlanmış, ancak o buna hiç sevinmemişti. Hatta 45 gün erken tahliye edilince, müdüre gidip; “Siz yanlış hesapladınız. Benim 45 gün daha burada kalmam gerekir” demişti. Bu sırada sık sık Üstadı görür ve hizmet eder. Tabi bu arada Üstadının da en yakın sırdaşı olur. Onun özel eğitim ve terbiyesinden geçerek hususî olarak yetiştirilir. İstikbali gören Asrın Mehdisi kendinden sonra olacakları gördüğünden, onu o zamanın şartlarına göre yetiştirir adeta. Zira zaman çok çetrefilli ve çok tehlikeli bir zamandır. Bilhassa Nur hizmeti için. Ancak Zübeyir Ağabey gibi sağlam ve sadakatli biri dönemin fitnelerine karşı dayanabilirdi ve öyle de oldu. Üstaddan sonra çıkan ayrılık tohumlarının kabarmasına izin vermedi. Sağlığında cemaati bir bütün olarak, bir arada tutabilmeyi başardı. Cemaatin şahıs cemaati değil, şahs-ı manevî cemaati olduğunu herkese gösterdi. Ve işlerin kesinlikle meşveretle yürüyeceğini öğretti kendinden sonraki nesle. Ve bizler şimdi-–Yeni Asya olarak—bu esas üzere hareket etmeye devam ediyoruz ve isabet de ediyoruz inşaallah. Yıllar bunun en güzel ispatıdır. Sözün tam burasında vurgulamak lâzım ki; Yeni Asya gazete ve misyonunu, yani meslek-meşrebini en orijinal haliyle bize miras bırakan Zübeyir Gündüzalp’tir. Allah ondan ebeden razı olsun.
1949’dan sonra artık o Üstadın fedaisi olmuştu. Ve her hareketi ve tavrı ile sadakat, feragat, şecaat, cesaret, metanet ve sebatı fiilen, hâlen, kalen gösteriyordu. Üstad ona “Sen fenafi’s-Said olmak zorundasın, mecbursun” derken yine bize mesaj veriyordu; meslek ve meşrepte örnek alınacak tek model olduğunun mesajıydı bu. Üstadında fani olmak? Nasıl bir şeydi acaba? Her halinde onun gibi olmak, onun gibi hissetmek, onun gibi düşünmek vs… Sanki Zübeyir’in cesedinde tecessüm eden ikinci bir Bediüzzaman!
Yazdıkça aslında onu anlatma noktasında ne kadar âciz olduğumu hissediyorum. Bu kadarını da nihayetinde inayet-i İlâhiye olarak biliyorum. Son olarak özetlersek; onu “kâinata değişilmez” kılan: azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî sebat, azamî feragat, azamî metanet ve azamî takvasıdır… Kısaca fenafi’s-Said, fenafi’r-Risâle… Varın gerisini siz düşünün vesselâm!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*