Kâinatı kucağıma aldım

Image

İnsan büyütülse kâinat, kâinat küçültülse insan olur”.

İnsanla kâinat arasında ilişkiyi ve benzerliği en veciz bir şekilde ifade eden bu sözün hakikatini ”hakkâlyakin“ olarak müşahede ederken, büyük bir heyecan hissettim.
Evet, kucağımda henüz bir saat önce dünyaya gelen minik bir “kâinat” vardı. Yani kâinatı kucağıma almıştım.

Minicik kalbi hızlı hızlı atarken, masum ve şaşkın bakışları ile de etrafı süzüyordu. Sanki, “Ben nereye geldim, burası neresi, sizler kimlersiniz?” der gibi, küçük gözleri ile araştırmalar yapıyordu. İşte tam bu noktada insanın hayatını meşgul eden üç müthiş sual aklıma geldi: “Necisin, nereden geldin, nereye gidiyorsun?” Belki kucağımdaki küçük kâinat da o anda bunları düşünüyordu.
İnsan hayatın akışı içinde kendi mahiyetini, hayatının başlangıcını ve gayesini ve hikmetini, nereden gelip nereye gittiğini fazla idrak edemiyor. Ama gözleri önünde yeni bir hayat başlarken veya yeni bir hayat yolcusunun yola çıkmasına şahitlik yaparken, kendi hayatını da hatırına getiriyor. Ağlamaktan başka elinden bir şey gelmeyecek kadar âciz, üzerinde bir parça bez bile bulunmayacak kadar fakir bir şekilde dünyaya geldiğini anlamış oluyor. Sonra da etrafında pervane olan insanların, emrine âmâde olan çok geniş imkânların ona hizmet ettiğini görünce, bu âcizliğin verdiği kudreti müşahede ediyor. “Fakrı kenz-i gınâ buldum – Aczde tam kuvvet var gör.” (Fakirlikte zenginlik hazinesini buldum, âcizlikte tam bir kuvvet var bak) diyen Üstâd Hazretlerinin bu hakikatı ne kadar güzel izah ettiğini idrak ediyor.
Felsefe, insanı hayvan kategorisine dahil edip “İnsan düşünen bir hayvandır” derken; Kur’ân, insanı “eşref-i mahlûkât” olarak tarif ve taltif ediyor. Cenâb-ı Hakk’a muhatap olacak bir seviyeye çıkartıyor. Sonra da kâinatın küçük bir modelini insanın bedeninde ve ruhunda teşhir ediyor.
Kendisine Kur’ân aynasında bakan bir insan, kâinat ağacının hem en güzel meyvesi, hem de çekirdeği olduğunu görüyor. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, insanı “küçük bir kâinat, kâinatın kalbi, kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi, kâinat sarayının en mükerrem misafiri” gibi isim ve sıfatlarla tarif ve tavsif ediyor.
Ben de kucağımdaki “minik kâinat”ı bu gözle seyrederken, aslında ne kadar büyük bir mu’cizeye şahitlik yaptığımı düşündüm. İşte kâinatın kalbi kucağımda atıyordu. “Kâinatın en cemiyetli ve en taze bir meyvesi”ni elimde tutuyordum. Dünyamıza yeni teşrif etmiş olan en mükerrem bir misafiri kucağımda konuk ediyordum.
Kucağımdaki küçük kâinatın kulağına ezan okurken, büyük kâinatın da çöller ve sahralar büyüklüğündeki kulakları ile bu ezanı dinlediğini hissettim. Sanki dağlar ve ovalar da benimle birlikte “Allahuekber” diyordu. Yer gök kulak kesilmiş, ezan sesini dinliyordu.
Tıpkı Lemânur’un dinlediği gibi.

LEMÂNUR GELDİ
Tatlı bir esinti doldu ruhuma,
Kendisi gelmeden sevgisi geldi.
Bir güneş misâli doğdu ufkuma,
Gönül sadefinin incisi geldi.

Goncamız açıldı bir bahar günü,
Tarifsiz bir huzur duygusu geldi.
Hilkat ağacının en güzel gülü,
Nur-u Muhammedî kokusu geldi.

Şefkat kahramanı ve nur simâlı
Bir melek annenin kuzusu geldi
Masum bakışları ne de mânâlı
Gözlerinden öpmek arzusu geldi.

Gönlümüzü okşar sevinç rüzgârı
Çünkü torunların tatlısı geldi
Anneannelerin en bahtiyarı,
Dedelerin de en mutlusu geldi.

LEMÂNUR katıldı nur kervanına,
Hak yolunun minik yolcusu geldi.
Hamdolsun Rabbime, kavuştuk sana.
Mutluyum yavrumun yavrusu geldi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*