Kainatla Doğru İletişim ve Muhammedî Gerçeklik

İletişim, maddenin en derinlerinde başlayan bir süreç olmalıdır. Bugün kabul edilen atom modelinde elektron ve proton arasında elektromanyetik kuvvetin oluşturduğu çekim, bir dönemler maddi alemin en alt düzey iletişimini ifade ediyordu. Yine ay ve dünya arası, sonsuz gibi algılanan uzay boşluğunu dolduran kütleler arasındaki yerçekimi kuvveti fizik dünyanın makro iletişim yansımalarından biriydi.

Ancak maddi alemin iletişim şekillerinin en derinlerine henüz inilemediğini, zaman değişik vesilelerle ifade etmekte ve her geçen gün varlık dünyasındaki iletişim şekillerinden farklı biri önümüze çıkmaktadır. Mesela, kabul edilen atom modeline göre çekirdekte protonların sıkışmış şekilde bulunması ve elektronların çekirdek çevresinde çok uzak bir yörüngede dönüyor olması, o zamana kadar bilinen atom içi iletişim şekilleri ile izah edilemiyordu. Elektromanyetik kuvvet kurallarına göre, aynı yüklerin birbirini itmesi, farklı yüklerin birbirini çekmesi gerekiyordu. Oysa çekirdekte sıkışmış protonlar ve çok uzaklarda elektronlar bu tezle çok uyuşmuyordu. Yer çekimi kuvveti ise elektromanyetik kuvvetten çok zayıf olduğu için bu atom modelini onunla izah edebilmek mümkün değildi. Bu durumun izahı için Japon fizikçi Hideki Yukawa’nın ortaya attığı teori ona Nobel kazandırmıştı. “Kuantum elektrodinamiğinde fizikçiler, bir elektron ile bir proton arasındaki çekim kuvvetini veya iki elektron arasındaki itim kuvvetini, fotonların -bir elektromanyetik kuvvetin nicelleşmiş birimleri- değiş tokuşu ile açıklarlar. Tıpkı iki futbolcunun gole koşarlarken topu ileri ve geri fırlatmaları gibi, elektron ve protonlarda sürekli foton değiş tokuşu yaparlar. Her bir değiş tokuş elektromanyetik alandan momentumun geçici olarak ödünç alınıp tekrar iade edilmesini içerir. Sonuç, yüklü parçacıkların bir çekim ya da itim kuvveti hissetmeleridir. 1935’de Japon fizikçi Hideki Yukawa, buna benzer bir şeyin, güçlü bir çekim kuvveti oluşturmak için çekirdekte proton ve nötronlar arasında gerçekleştiğini öne sürdü. Elektromanyetizmada fotonlar sıfır kütleye sahiptir. Bunun anlamı elektrik ve manyetik kuvvetler uzun erimlidir. Öte yandan güçlü çekim kuvveti çok kısa erimlidir ve çekirdeğin dışına çıkmaz. Bu Yukawa’yı ileri sürdüğü kuvvet parçacığı kütlesinin elektronunkinden 200 kat daha büyük olması gerektiği tahminine ulaştırdı. Pi-mezon ya da pion diye adlandırılan bu parçacık, ancak 1947’de saptanabildi. Ondan sonra pek çok mezon daha keşfedildi.”1

1910’larda Sünuhat isimli eserinde Bediüzzaman’ın şu cümleleri o zamanın şartları içinde söylenmiş olması açısından gerçekten ilginçtir:

alt2

“Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?

“Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?

Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek, dünyamız da bir hayvandır.

“Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehâsı da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır. Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellîsî ve eser-i ibdâı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, her bir zerreye birer zerre-i câzibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki, zerratta reşahat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i lâtifesidir.

“Kezalik, kâinata serpilmiş katarat ve lemeat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi müntehâ-i ruh bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi, hayat-ı ezeliyenin tecellîsidir ki, lisan-ı tasavvufta “hayat-ı sâriye” tesmiye ederler.

“İşte, ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei, şu zılli, asla iltibas etmeleridir.”3

Aslında iletişim, varlığın en derinliklerinden bütünlüğüne doğru işleyen bir süreç gibidir. Zerreler arası çekimden moleküller arası bağlantılara, DNA ve RNA gibi çok kompleks yapıda organik moleküllerin oluşumu ve bunların biyolojik sistemleri oluşturan etkilerine kadar uzanan bir süreçte maddi dünyadan düşünen yapılara uzanan bir aktarım ve iletişim gözleniyor. Kainat tablosunun genel işleyişinde başlangıçtan bu güne kadar işleyişin işaretleri beyin ve düşüncenin ortaya çıkması için var gibi gözleniyor. Yani ilk atomun patlaması ile başladığı zannedilen sürecin nihai noktası beyin, korteks ve düşünen yapıların hasıl edilmesi şeklinde gözleniyor. Bu anlamda düşünen varlıklar ve kainat arasında meyve-ağaç ilişkisi gözleniyor. En nihai nokta olan düşünce, aslında sürecin kilit noktası ve sistemin tekrar kendine yönelişi şeklinde önümüze çıkıyor. Kainat ve düşünen bir varlık olan insan arası iletişimin zemini beyin ve onun üst düzey fonksiyonları şeklinde ortaya çıkıyor. Yeryüzünde gözlenen tekamül sürecinde de sanki düşüncenin ortaya çıkması ve varlık adını alan her türden işleyişi anlamlandırması şeklinde bir işleyiş var. En organize varlıklar olan insanların sosyalleşme şeklinde bütünleşmeleri de varlık alemini genel olarak kuşatan hayatın ve hayat kanunu ile sistemin bütünleşmesinin bir parçası gibi. Bunu yine Sünuhat’ta şu ifadelerle görüyoruz.:

“Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil, revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.

“Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsiyeyle intiaşa gelir ki, tearüfle teavüne sebeptir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.4

 Bütün işleyişin genel değerlendirmesinden şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor. Kainat kendi işleyişi içinde düşünen yapılara yönelik bir süreç sergiliyor. Sonra bu düşünen yapıların önünde okunmak üzere var olan bir kitap tablosu gözleniyor. Bu okuma sürecini gerçekleştiren yapılar da daha büyük ve organize yapıları oluşturan ve sosyal süreçlerle bütünleşen bir hal sergiliyorlar. Theilard de Chardin’in noosfer (düşünküre) şeklinde ifade ettiği bir kolektif beyin ve onun varlık alemine muhatap oluşu da sistemin işleyişinin en önemli sonuçlarından biri olmalı. Coğrafi şekillenmeler, canlı varlıklar arası ilişkiler, beslenme, üreme gibi biyolojik süreçler sanki düşüncenin ve kainat kitabına muhatabiyetin hasıl olması için işliyorlar. Yine düşüncenin sonucunda ortaya çıktığı gözlenen bilim ve teknoloji gibi işleyişlerin de nihai noktasında bir anlama ve anlamlandırma hedefine yönelik oluş gözleniyor.

 Zerreler arası iletişimden insanlar arası iletişime ve kainat insan iletişimine kadar işleyen bir süreç var. Topyekün bir biyolojik yapı arz eden yeryüzü ve topyekün insanlık ile kainat arasında da bir iletişimin olduğu ve bu bağlantının arka planında anlamlı kılma şeklinde bir hedefin varlığın derinlerinde kendini hissettirdiği gözleniyor.

 Kainat ve düşünce arası irtibatın en belirgin tezahürü ya da bizlere en net yansıyan şekli kainat ve insan arası iletişim. Bu iletişimin en önemli şekli, varlık sisteminin dışından bir sesleniş ile semavi kitaplar ve peygamberler şeklinde aleme yansıyan ve sistemin bütününü anlamlandıran iletişim şekilleri. Yani, varlığın genel işleyişinden düşünceye ulaşan süreçte kainat kitabının gramerini, imlasını ortaya koyarak onu anlaşılabilir hale getiren ve bütün semavi kitapları temsil eden Kur’an ve nübüvvetin temsilcisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.) kainat-insan, kainat-insanlık iletişiminin kilit noktasında yer alıyorlar. Hem alt yapıdan üste doğru şekillenen süreci hem de sistemin bütününü milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlardan bizlere ulaşan ışığı anlamlandırabilmeyi mümkün kılan, varlığı üstten gören bu bakışların alemimize ulaşması.

 Bu bakış açısı ile algılandığında kainat, sonsuz güzelliğe ve her güzelliğin sonsuzluğuna sahip bir makamdan güzelliğe aşık düşünce ve duygu sahiplerine bir hitap ve bu çerçevede okunması gereken bir kitap şeklinde yazılmıştır. Güzellikleri ile kitabı şekillendiren zattan varlık alemine yansımalar bilgi ya da marifet şekline nihayetinde ruhun en merkezi konumunda yansıyan şekil ile duygu ya da muhabbet şekline dönüşüyor. Bütün bu bilgi ve duyguların dayandığı hakikat o kitabı şekillendiren Ezeli Sanatkar’ın bir özelliği, yani bir ismi. Bütün işleyiş varlıktan o ismin hasıl olmasına yöneliyor. Sanki sistemin tamamı bu duyguları oluşturmak ve güzelliklerin sahibine yönelik muhabbeti hasıl etmek için var. Bu çerçevede kendini tanımlamış insanın varlık ve kainat ile sağlıklı bir iletişim kurabildiğini ve her unsur ile dostluk algısı oluşturabildiğini gözlemliyoruz.

 Sistemin bütününde gözlenen hayat tezahürü ile oluşan kolektif kişiliğin varlık şeklinde idrak sahiplerine muhatap olan Kelam-ı Ezeli’ye yönelen boyutuna Şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.) ya da Muhammedî gerçeklik diyebiliriz. Bu, kainat şeklinde oluşan kevni hitabın karşılığını bulması ve kitabın anlamlanmasını ifade etmektedir. Yani varlığın asıl sebebi ve idamesinin temel şartı bu temel gayenin yeryüzünde devam ediyor olması ve Muhammedî muhabbetin kainattan her an hasıl olmasıdır. Bu, sanki manevi anlamda topyekün insanlık adını alan yeryüzündeki kolektif şahsiyetin hayat suyu ya da nefesidir.

Dipnotlar

1. Ian Marshall ve Danah Zohar, Kim Korkar Schrödinger’in Kedisi’nden , Gelenek, Ekim 2002

2. “Asıl hayata mazhar olan ise ahiret yurdudur.” (Ankebut Sûresi, 29:64.)

3. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, s. 22

4. A.g.e., s. 20

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*