Kâinattaki en yüksek hakikat…

Bediüzzaman “Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır” der. Zirâ, dünya mutluluğuyla beraber sonsuz Cennet hayatını kazanmak imana ve namaza bağlıdır.

İman, dinin esası, temelidir. Dinin direği ise, namazdır.

Altı iman şartı, birbirine bağlı zincir halkaları gibidir. Bu halkalardan birisi koparsa, iman gider. İman giderse, ebedî hayat gider.

Din, namaz direğinin üstündedir. Namazsızlık, dinini direksiz bırakmaktır. Direksiz bir bina yıkılır. Harap olan bir yapı, işe yaramaz.

Peki, vakıada ve uygulamada dindarlar “Dünyada en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır!” gerçeğinin şuurunda mı?

Bu nasıl bir dindarlık ki, iman hakikatlerini okumayı, tefekkür etmeyi, araştırmayı, dinlemeyi bırakmış, habire siyasetin labirentleri arasında ömür tüketiyor!

Meselâ dindar bilinen çoğu aileye veya siyasetçilere bakar mısınız: Ellerinde imanî, tefekkürî, ahlâkî bir kitap var mı acaba? Yoksa ellerinde tv kumandası veya bilgisayar faresi, “Benim siyasetçim ne dedi, muhalifi ne cevap verdi, öbürü ne söyledi, o nasıl karşılık verdi!” deyip kanal kanal dolaşıyorlar mı? Hadi bir sefer bakmak yetmedi, her kanalda, her saatteki haberleri, siyasî tartışmaları, boğuşmaları merakla takip etmek de neyin nesi? “O ne dedi, bu ne dedi, şu ne cevap verdi?” diye nice ömür dakikası, maalesef bu hayhuylar, bu lak-laklar arasında geçip gidiyor!

Oysa Kur’ân öyle merakâver meselelerden bahsediyor ki… Berzah/kabir, Haşir/yeniden diriliş, Mîzan, Sırat, Cennet, Cehennem, Cemalûllah ve sonsuz mutluluk meselelerini merak etmemiz gerekmez mi?

Ebedî bir hayatı kaybetmek veya kazanmak dâvâsı başımıza açılmış. Kazanabilecek miyiz acaba?

Bediüzzaman’ın şu sözleri kulaklarımızda çınlamalı:

“Haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 35.)

Hatta ne acıdır ki; dindarlar, çoğu zaman, camiyi cemaati, hizmeti vesâireyi bırakıp içtimaî, siyasî meseleleri takip eder.

Acaba doktorlar mesai saatlerinde vazifelerini bırakıp siyaseti takip edebilir mi?

Hukukçular, hâkimler işlerini bırakıp başka mesleklerle iştigal edebilir mi?

Unutmamalıyız: Bu dehşetli zamanda; dindarların ve özellikle Nur Talebelerinin işi Nurları okumak, anlamak, yaşamak ve neşretmektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*