İNSAN, içinde barındığı evini her türlü saldırı ve tecavüzden ve hasar görüp harap olmaktan korumaya çalışır. Evinin her zaman bakımlı ve temiz olmasını ister. Meydana gelebilecek deprem veya yangın gibi âfetlere karşı da sigorta ettirir. Çünkü dünyada insanın temel ihtiyaçlarından birisi barınmadır. Bunun için de rahat edeceği ve huzur içinde yaşayabileceği bir eve ihtiyacı vardır.
Ama hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir. Saraylarda ve köşklerde sefa sürenler de, gecekondularda ve barakalarda barınmaya çalışanlar da ömrünü tamamladıktan sonra dört metrelik beze sarılıp toprağın kucağına bırakılıyorlar. Ondan sonraki hayatlarına kabirde devam ediyorlar. Zira yerin üstü de, altı da insanlar içindir.
Kabir hayatı, kıyamete ve haşre kadar devam edecek olan uzun bir hayat devresidir. Orada da insanın rahat etmeye, huzur içinde vakit geçirmeye ihtiyacı vardır. Ama orada insanı çok yıldızlı bir otel beklemiyor ki yan gelip yatsın. İki metrelik çukurdan ibaret olan kabir, her an çökebilir. İçinde taşıdığı cenazenin ruhu enkaz altında kalıp azap çekebilir. Nitekim kabir azabının hak olduğunu Peygamber Efendimiz (asm) bir çok hadisinde ifade etmiştir. Kâfirler ve günahkâr mü’minleri kabirde çeşitli tehlikelerin beklediğini bildirmiştir.
“Kabir, iman eden ve salih amel işleyen kimseler için cennet bahçelerinden bir bahçe, kâfirler için de cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Sünen-i Tirmizî Ist: 1401 K. Kıyamet: 26)
Başka hadislerde de kabir azabının sadece kâfirler için değil, günahkâr mü’minler için de hak olduğu bildirilmiştir. Kabrin ölüleri sıkacağı, kabir sıkmasının günahların büyüklüğüne göre, kaburga kemiklerinin bir birine yapışacak kadar şiddetli olacağı, ayrıca yılan ve akrep gibi zehirli haşaratın bedenle birlikte ruhlara da musallat olacağı ifade edilmiştir.
Dünyada kurduğu yuvasını, evini barkını tehlikelerden ve tecâvüzlerden korumak için her türlü tedbiri alan, sağlam binalarda, güvenli mekânlarda yaşamak isteyen insan, kabrinin güvenli olmasını istemez mi? İstemek insanlığın iktizası olduğuna göre, bunun için nasıl neler yapması gerektiğini bilmek ve buna göre hareket etmek de akıl ve mantığın bir gereğidir.
Yukarıdaki hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) “İman edenler ve salih amel işleyenler için kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir” buyuruyor. Cennetin en küçük bir bahçesi ise, dünyadaki en büyük ve en güzel bahçelerden daha güzel, küçük bir menzili buradaki en muhteşem saray ve köşklerden daha muhteşemdir. Orada deprem, su baskını, yangın gibi âfetler meydana gelmez. Cennet bahçelerine yılanlar, akrepler ve zararlı haşarat giremez. Oraları en güzel ve en güvenli, huşu ve huzur verici mekânlardır. Öyleyse, insanın bu dünyadaki en büyük kaygısı, kabirde böyle bir mekân sahibi olmak olmalıdır. Bunun için de, iman etmesi ve güzel ameller işlemesi gerekmektedir.
İmanın mahalli kalp olduğuna göre, insanın birinci derecedeki kaygısı, kalbini korumak olmalıdır. Zira kalbimiz her gün öyle felâketlere maruz kalıyor ki, depremler ve tsunamiler bunların yanında çok hafif kalıyor. Her taraftan günahlar sel gibi kalbimize hücum ederken, gaflet ve dalâlet rüzgârları kalbimizdeki iman nurunu söndürmeye çalışırken, benliğimizi saran inkâr ve isyan alevleri göklere yükselirken, kalbimizi koruyacak tedbirimiz yoksa, kabrimiz de tehlikede demektir.
Kalbi korumanın tek yolu ve yöntemi de, imanı takviye etmektir. Kalpte iman ne kadar kuvvetli olursa, dışarıdan gelecek olan tehlikelere karşı o kadar sağlam kalır. İmanın seddi, kalbi en azgın sellere, en yüksek dalgalara karşı koruyabilir. Kuvvetli imana sahip olan kalp, sefahat ve dalâlet depremlerinden hiç etkilenmez. Kalpteki iman kaya gibi sağlam olursa, günah rüzgârları ona zarar veremez. Atalarımızın dediği gibi, “Yel kayadan ne aparır?”
Namazı zamanında kılmak, her gün Kur’ân’ın manevî mu'cizesi olan Risâle-i Nur’dan bir miktar okumak, dinî sohbetlere katılıp oralardan feyiz almak, iman takviyesinin ve dolayısıyla kalbi korumanın en güzel yöntemleridir. Böyle yaparsak, kalbimizle birlikte kabrimizi de korumuş olmanın huzurunu yaşarız inşâallah.
Kabir hayatı, kıyamete ve haşre kadar devam edecek olan uzun bir hayat devresidir. Orada da insanın rahat etmeye, huzur içinde vakit geçirmeye ihtiyacı vardır. Ama orada insanı çok yıldızlı bir otel beklemiyor ki yan gelip yatsın. İki metrelik çukurdan ibaret olan kabir, her an çökebilir. İçinde taşıdığı cenazenin ruhu enkaz altında kalıp azap çekebilir. Nitekim kabir azabının hak olduğunu Peygamber Efendimiz (asm) bir çok hadisinde ifade etmiştir. Kâfirler ve günahkâr mü’minleri kabirde çeşitli tehlikelerin beklediğini bildirmiştir.
“Kabir, iman eden ve salih amel işleyen kimseler için cennet bahçelerinden bir bahçe, kâfirler için de cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Sünen-i Tirmizî Ist: 1401 K. Kıyamet: 26)
Başka hadislerde de kabir azabının sadece kâfirler için değil, günahkâr mü’minler için de hak olduğu bildirilmiştir. Kabrin ölüleri sıkacağı, kabir sıkmasının günahların büyüklüğüne göre, kaburga kemiklerinin bir birine yapışacak kadar şiddetli olacağı, ayrıca yılan ve akrep gibi zehirli haşaratın bedenle birlikte ruhlara da musallat olacağı ifade edilmiştir.
Dünyada kurduğu yuvasını, evini barkını tehlikelerden ve tecâvüzlerden korumak için her türlü tedbiri alan, sağlam binalarda, güvenli mekânlarda yaşamak isteyen insan, kabrinin güvenli olmasını istemez mi? İstemek insanlığın iktizası olduğuna göre, bunun için nasıl neler yapması gerektiğini bilmek ve buna göre hareket etmek de akıl ve mantığın bir gereğidir.
Yukarıdaki hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) “İman edenler ve salih amel işleyenler için kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir” buyuruyor. Cennetin en küçük bir bahçesi ise, dünyadaki en büyük ve en güzel bahçelerden daha güzel, küçük bir menzili buradaki en muhteşem saray ve köşklerden daha muhteşemdir. Orada deprem, su baskını, yangın gibi âfetler meydana gelmez. Cennet bahçelerine yılanlar, akrepler ve zararlı haşarat giremez. Oraları en güzel ve en güvenli, huşu ve huzur verici mekânlardır. Öyleyse, insanın bu dünyadaki en büyük kaygısı, kabirde böyle bir mekân sahibi olmak olmalıdır. Bunun için de, iman etmesi ve güzel ameller işlemesi gerekmektedir.
İmanın mahalli kalp olduğuna göre, insanın birinci derecedeki kaygısı, kalbini korumak olmalıdır. Zira kalbimiz her gün öyle felâketlere maruz kalıyor ki, depremler ve tsunamiler bunların yanında çok hafif kalıyor. Her taraftan günahlar sel gibi kalbimize hücum ederken, gaflet ve dalâlet rüzgârları kalbimizdeki iman nurunu söndürmeye çalışırken, benliğimizi saran inkâr ve isyan alevleri göklere yükselirken, kalbimizi koruyacak tedbirimiz yoksa, kabrimiz de tehlikede demektir.
Kalbi korumanın tek yolu ve yöntemi de, imanı takviye etmektir. Kalpte iman ne kadar kuvvetli olursa, dışarıdan gelecek olan tehlikelere karşı o kadar sağlam kalır. İmanın seddi, kalbi en azgın sellere, en yüksek dalgalara karşı koruyabilir. Kuvvetli imana sahip olan kalp, sefahat ve dalâlet depremlerinden hiç etkilenmez. Kalpteki iman kaya gibi sağlam olursa, günah rüzgârları ona zarar veremez. Atalarımızın dediği gibi, “Yel kayadan ne aparır?”
Namazı zamanında kılmak, her gün Kur’ân’ın manevî mu'cizesi olan Risâle-i Nur’dan bir miktar okumak, dinî sohbetlere katılıp oralardan feyiz almak, iman takviyesinin ve dolayısıyla kalbi korumanın en güzel yöntemleridir. Böyle yaparsak, kalbimizle birlikte kabrimizi de korumuş olmanın huzurunu yaşarız inşâallah.
Benzer konuda makaleler:
- Kabir hayatı
- Kabir hayatına hazır mıyız?
- İdam-ı ebedî ve Cehennem azabı
- Kabir Alemi
- Kabre girmenin üç yolu
- İbadette kalite
- Ölümden sonraki hayatın izafiyeti
- Dünya saltanatı verilse kaç para eder?
- Zamanımızı kimlerle geçiriyoruz?
- Cennetin özledığı kişiler
Okur-Yazar (Hem okur, hem yazar, şiir yazar, makale yazar, anı yazar, roman yazar…)
İlk yorum yapan olun