Karanlığı avlayan aydınlık

Niçin buradaydılar? Suçları neydi? Onlar da bilmiyordu. Ayrı ayrı yerlerden ve şehirlerden toplanıp buraya getirilmişlerdi. Bu topluluğun içindekiler, birbirlerini hiç görmemişlerdi. Ama birbirlerine aşina yüzlerdi. İlk defa bir aradaydılar. Bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyorlardı şimdi. Nereye gidiyorlardı? Neden, niçin götürülüyorlardı? Bunu hiç kimse bilmiyordu.

Sonra içlerinden biri sessizliği bozdu ve yanındakine:

“Kardeşim” dedi, “İsminiz nedir? Siz nereden geldiniz?”

Soruya muhatap olan, geldiği yeri ve ismini söyledi. Samimi bir şekilde kucaklaştılar. Yıllardır mektuplaştıkları halde, birbirlerini hiç görmeyen insanlardı bunlar. Birbirlerini ismen bildikleri halde hiç görüşmemişlerdi. Kader şimdi onları bir araya getirip tanıştırıyordu.

Hemen hemen hepsi öyleydi. Birbirlerini hiç görmemiş, tanımamışlardı.

Ama aralarında kudsî bir bağ, bir mektup ağı vardı bu insanların çok öncelere dayanan. Tek tek birbirlerini burada tanımaya başladılar.

Ortalık birden bir bayram yerine döndü. Yüzlerde bir neş’e, bir sevinç hâkimdi. Onlarca insan, az önceki kasvetli havanın tanıştıkça, biliştikçe dağıldığını gördüler.

İç dünyalarının rengi sezilmeye başladı. Kadere olan teslimiyetin, Allah’a olan imanın ve tevekkülün, içlerindeki o engin ve zengin nimetin bereketini yaşıyorlardı. Haklarıydı. O’na güvenmenin ve inanmanın karşılığı, buydu işte.

Ne soğuk vardı onlar için, ne gece, ne de gündüz… Az sonra âkıbeti bilinmeyen bir yolculuğa çıkacak olsalar da, her yolculuğun sonu, ancak O’na çıkardı, Allah’a varırdı. Karanlıkta başlayan yolculukları, karanlıkta sonlandı.

Vardıkları yer, demir parmaklıklı bir yerdi ve içerisi sopsoğuktu. Ona da aldırmadılar. Sadece ve sadece o karanlıkta, izbe yerde, bir tek şeyi merak ediyorlardı: Kıbleyi.

Artık onlara belli bir müddet uyku da yoktu. Abdestlerini elden geldiğince tutmaya niyetlenmişlerdi. Tutabildikleri kadar tutacaklar, ibadetlerini o ilk aldıkları abdestle yapmaya çalışacaklardı. Zorlu yolculuğun ilk gününde, bunu başardılar.

Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Birbirlerini sadece ismen bildikleri için, omuz omuza verip bir araya geldiler. Namaza niyetlendiler. Kıbleyi tahmin ettiler. Tam o sırada, kıble istikametine nereden geldiği bilinmeyen bir ışık vurdu. Secde mahallini aydınlatıyordu bu ışık.

Ömürlerinin en güzel namazlarını cemaat halinde, o küçük ışığın aydınlığında kıldılar. Gözleri, karanlıkta bile görüyordu artık. Dünyaları, nurla ve sürurla doluydu.

İçeriye sızan o ışık, ah o ışık, karanlıktaki ışık, nurun bir başka tecellîsiydi orada. Güneş, tecellisini arayan aynalarla beraberdir. Nur, nuruna ihtiyaç duyanların peşini bırakmayacaktı. Karanlığı yutacaktı. Nur, her halükârda karanlığı kovacaktı.

Karanlığın saltanatı sabaha kadardır. Işığın sızdığı ana kadardır.

Onlar nurun safındaydı. Nurlar da karanlığın karşısındaydı.

Bu bir aydınlık ve karanlık mücadelesiydi. O küçücük ışık bile, bunu biliyordu. Nur zaten safını, evvelin evvelinden belli etmişti.

Ama dünya bu. Birbirine karışmıştı burada zıtlar. Böyle zorlu imtihanlarla ayrılacaktı sağlamlar çürüklerden.

Dünyada şerle iyilik, zulümle adalet, saadetle sefalet iç içeydi. Karışmıştı birbirine. Ayrılacaktı bir gün zıtlar birbirinden ve ayrılması gerekliydi. Onun için de, başa gelen musibetler, hastalıklar ve bu imtihanlar gerekliydi. İşte bu topluluk da böylesine büyük bir imtihanın içindeydi. Şimdi zıtlar birbirinden ayrılacaktı. Aydınlık, karanlığı avlayacaktı.

Evlerinden apar topar alındılar.

Onları bu meçhul yolculuğa melül melül bakışlarla uğurlayanlar, akıbetlerinden endişeleniyordu.

Hayatlarını dosdoğru yaşayanların korkuları olmazdı. Duâları vardı, Allah vardı.

Bu bilinmeyen yolculuğun adresi neresiydi? Ne zaman döneceklerdi acaba? Nasıl bulacaklardı yerlerini? Onlarla tekrar görüşüp konuşabilecekler miydi? Neden götürülüyorlardı bunlar?

Bilinmedi gitti bu sır… Soramadı hiç kimse; “Nereye gidiyorlar bu insanlar?” diye. “Bu garip bu masum insanlar, nereye?” diye.

Bunlar, bu ülkede yıllar yılı süren büyük bir imtihanın sadece küçücük bir karesiydi. O ülkenin her ilinde ve ilçesinde yaşandı bunlar. Bir yerinde değil, her yerinde.

Birilerinin korkuları dağları kuşattı. Onca imkâna ve saltanata rağmen, birileri rahat etsin diye akıl almaz nice korkular ürettiler. Korkuları büyüdükçe, yeni korkular ürettiler. Kendilerine rakip gördükleri yeni yeni düşmanlar ürettiler.

Zulüm, önce zalimi boğar, onun duygularını yok eder. Zalim, ancak yaşayan bir ölüdür.

Zulümleri devam ettikçe rahatlayacaklarını zannettiler. Nasıl bir rahatlıksa bu…

Bir avuç karanlık, hayatlarını tehlikede zannetme paranoyasına yakalanmıştı yıllar yılı. Karanlıktaki, azınlıktı. Gıdaları zulmet olanın, aydınlığa tahammülleri yoktur. Bunların hastalıklı halleri o ülkeyi, o şehri, o beldeyi ve o beldede yaşayanları hasta etti, harap etti.

Masum insanların evlerinin duvarlarını süsleyen levhaları bile söküp aldılar. Ne varsa, hepsini… Kitaplarını çuvallara koyup götürdüler.

Hatta bir evin duvarındaki çerçeveyi, resmi de alıp götürmeye kalktıklarında, çerçeve ellerinde kaldı. Yazı ise duvarda kaldı. Duvarı götüremediler.

Gönüllerdekini ise, hiç götüremediler.

Kafaların içindekine, duvarlardaki sözlere, hayatlarını kurtaracak sözlere bile düşmandı bu gözü dönmüş zalimler.

İşin fecaati şu ki, kimse onlara yıllar yılı hesap sormadı, soramadı. Hak, hukuk mu? Hak getire…

“Neden bizi götürüyorsunuz? Neden burada tutuyorsunuz? Bizim suçumuz ne?” diye soran da çıkmadı, cevap veren de.

Ama bilinen ve görünen şu idi: Bu masum insanların suçu, aydınlığın safında yer almaktı. Karanlığın da buna tahammülü yoktu.

Aslında söyleyemedikleri buydu onların. Gerisi boş. Sudan bahane… Kendileri nerede duruyorsa, orada olmayanı düşman belliyorlardı. Karanlığın tabiatı, tıyneti buydu.

Her ne kadar anlaşılmaz, garip bir halin içinde olsalar da, bu garip toplulukta sonsuz bir tevekkül hâkimdi. Halin sahibine iman vardı, Allah vardı. Keder yoktu, kader vardı.

Ama onlara bu zulmü reva görenlerin korkuları vardı sadece. Hiçbir şeyleri yoktu. Olamazdı da… Korkutanlar da bir gün, korkutulacaktı. Kaderin kaçınılmaz tecellisiydi bu, bilmem kaç yüz bin defa yaşanan bu dünyada…

Bunları tarih kitapları yazmadı. Bunlar, tarihin ara kayıtlarında mevcuttur henüz. Gün yüzüne çıkacağı vakti bekliyor.

***

Karanlığın nesi olur ki? Işık parladıkça, karanlık söner. Karanlık demek için bile karanlığın aydınlığa ihtiyacı var. Nurun, ışığın karanlığa ihtiyacı yok. Aydınlık, zatında da güzeldir.

Evet, karanlığın hiçbir zaman aydınlığa galebe çalamayacağının bir işaretiydi bunlar. İşte hepsi bu kadar. Karanlık, ebediyen mahkûmdur. Ebediyen mahkûmiyetini vicdanlarında bilenler, kalmışsa eğer, vicdanlarını rahatlatmak için bin bir türlü yollar arıyorlardı. Ama hiçbir şey bulamıyorlardı.

İpe sapa gelmez, akla hayale sığmaz entrikalarla nice masumları nefislerinin zebunu olmuş karanlıktaki azınlık, bu aydınlıktaki masum insanları her türlü işkenceye, ezaya, cefaya, yıldırmaya çalıştılar yıllar yılı. Maddî–mânevî tazyike kendilerini memur bildiler.

Ne geçti ellerine? Hiçbir şey.

İnananları, inandıkları dâvâdan vazgeçirebildiler mi? Hayır…

Ellerindeki o kudsî hakikatleri alabildiler mi? Hayır…

Aralarına düşmanlık tohumu ekmeye çalıştıkları bu insanlar, sonunda birbirlerini daha çok sevdiler. Karanlığa pabuç bırakmadılar. İnandıkları dâvâyı bir hiç uğruna, bir karanlık uğruna satmadılar. Uğrulara aldanmadılar.

Nuruna kurban olduğum Allah… Sen, göklerin ve yerin nurusun. Sen bilinmezsen ve Senin ilhamın yetişmezse, hiçbir şey bilinmez Allah’ım. Aydınlığın ışığını, zifiri karanlıkta bile halk ettin. Bir küçük ışık, kalplerini ve kıblelerini aydınlatmaya yetti. Onlar, ellerinden alınan kitaplarının, okuyamadıkları derslerinin, yapamadıkları ibadetlerinin en güzelini ezberlerinden yaptılar. O mekânları aydınlattılar.

Aylar aylar sonra, suçsuz bulunup da salınıverildikleri gün, karanlıkta geçen o günleri hatırladılar. O günlerin vefakâr ve cefakâr kader arkadaşları oldular.

“Onlar kimdi? Onlar nasıl insanlardı?” diye sorarsanız, kısacası, onlar içimizde yaşamış isimsiz kahramanlardı.

Şu anda yaşadığımız dünyanın saadeti, mutluluğu, şu anda tattığımız neşenin, soluduğumuz havanın, alıp verdiğimiz her nefesin maddeten ve mânen ruhunuzda meydana gelen o kudsî havanın ve heyecanın taşıyıcısı oldular onlar.

Ray gibiydiler. Döşendiler hizmet için yollara. Gayet mütevaziyâne, boyun büktüler. Ray gibi uzandılar. Birbirlerine eklendiler üzerlerinden hizmet vagonları geçsin diye. Onların üzerinde yürüdüklerini hiç kimse bilemedi, anlayamadı.

Vagonlar hep böyledir. Onlar görünür. İçinde gidenler görünür. Rayları düşünen, bilen, pek olmaz.

Bir nostalji fotoğrafı çekilir ya bazen kesişen raylarda. Üzerinde oturmuş bir çocuk ya da kilometrelerce rayları kontrol edip yürüyen yol çavuşlarının arkadan bir resmi kalır sadece. O kadar…

Üzerlerinden geçen trenlerin, yolcuların neşesini raylara sorun. Büyük bir dâvânın, kudsî bir hizmetin alt yapısını onlar teşkil ettiler. O isimsiz kahramanlar…

Şimdi yapılan her hizmetten hâsıl olan nurlar ve sevaplar, “Es-sebebü ke’l-fail” sırrınca, önce Hz. Peygamber’e (asm), sonra sahabe efendilerimize, sonra o çok sevdikleri ve gönülden bağlı oldukları üstadlarına ve saff-ı evvel ağabeylerine ve bu isimsiz kahramanların defterlerine yazılıyordu.

Karanlığın gücü, güneşe yetmez.

Söndü onların cılız ışıkları; güneş, yine güneş olarak kaldı.

Allah oyun oynayanlara öyle bir oyun oynar ki, oynadıkları oyunun mahkûmu, onlar olurlar. Aklı başında olanlar, bu çıkmaz sokaktan, bu sonu felâketle bitecek olan oyundan ancak pişmanlıkla, istiğfarla, hakkı ve hakikati görmekle kurtulabilirler.

Nur hâdimi, bu isimsiz kahramanlar, mahkûmken bile hâkimdi. Hâkimler mahkûmdu onların karşısında.

Aydınlık böyledir. Nereye girerse girsin, orayı kuşatır. Orayı ele geçirir. Orayı dışarıdan idare eder. Kavunun çekirdeği içindedir ama dışarısıyla âlâkadardır. Hayatın çekirdeği nurdur. Nur hapsolmaz. Nereye giderse gitsin, serbesttir o. Hakikat içerdedir ama dışarısını biiznillah içine çeker. İçindeki hakikatin rengine, onu da boyar.

“Zulüm, kısmak istediği sesi nârâ yapar.”

Daha da ötesi “nûrun âlâ nûr” yapar.

Aydınlık, karanlığı eninde sonunda avlar.

Ve o kahramanlardan birinin sözüyle bitirelim:

“Perdelenmişse zuhûrun,

Gizlenmez haşmetli nûrun,

Gölgesi olmaz ki nûrun;

Firdevs’deki cânân gibi…” (Mektubat, s. 523)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*