Kazanmak mı, kaybetmek mi?

Şu yalan dünya birçok insanı girdabına aldığı gibi, inananları da maalesef birçok noktada çekim sahasına dâhil etti.

İnsanoğlu, şu geçici dünyada, ne onsuz olabiliyor, ne de onunla?

İşine karışsan bir türlü, karışmasan bir türlü!

Dünya hayatının bu hızlı ve çoğu zaman anlamsız akışına kimsenin aklı ermiyor, eremiyor.

“Akıllı adam odur ki bu dünyada ne kazandığına sevinsin, ne de kaybettiğine üzülsün!” hakikati tam bir tesellici, ilâç, tedavi ve çıkış yolu.

Aslında “kazançlı” olmanın tek şartı var; hak namına, hakikat namına bakabilmek. Gerisi boş.

Toplumun büyük bir kısmı en hayatî bir nimet olan vakti kayıp ettiğinin farkında bile değil.

Her alandaki hızlı değişim; acıları, faciaları, yıkım, yozlaşma, vurdumduymazlık, sorumsuzluğu tetikliyor. Dünyevîleşmenin tavan yaptığı bir ortamda, malayani yorumlar ve aşırı kimlik bunalımı büyük savrulma ve depresyon hallerini tetikliyor. Normalleşmeyi sağlamak; ancak, inanca yöneliş, aslına rücû ve dönüş gayretlerinin artması gerekiyor. Bunun tek yolu; İslâm’a yönelmek, onu yaşamak ve Kur’ân’ı rehber alarak günlük hayatta tatbik etme gayretlerinin artması gerekiyor.

Asrın müdakkik sosyoloğu ve manevî tabibinin teşhislerinde en güzel şekilde yerini bulan “zındıka komitesi, ecnebi parmaklı” plânlarla “toplum mühendisliği” projesi her alanda ince ayarlarla devrede tutuluyor. Yeni tabir “kanaat önderi, lider, şeyh” gibi makamlarla ilk önce taltif edilen, sonra da kullanılmaya çalışılan nice insanlara yapılan ince ayarları iyi tesbit edip hareketlerimizi şahıslar üzerine değil sistem ve prensip üzerinde yoğunlaştırmamız gerekiyor.

Bunun içindir ki, Bediüzzaman dünyada hiç-bir makama meyletmemiş, hiçbir şekilde bu tür konuları gündemine sokmamıştır. Onun için en büyük makam Allah’a hakikî abd ve kul olma noktasıdır. Dersleri, tatbikatları ve metodu daima bu olmuştur. Dünyevî bakış noktasında ise; daima gerçek adalet, hukukun üstünlüğü ve hürriyetin gereğini ve önemini vurgulamıştır.

Cehaletten kaynaklanan, ihtilâfın getirdiği ve getireceği her türlü gerilim, kavga, nifak, tahripkâr ve menfi tarafgirlik ve “fitneler” toplumların zehiridir. “Semavilikten” uzak “arzîlik” sinyalli “fetvalara” ve görüşlere asla prim vermemiştir. Manevî sahanın tahribine yol açacak bu tür menfez ve deliklerden çıkacak yılanlar ilk önce ev sahiplerini sokar ve ısırır. Kendi ellerimizle ömrümüzü, nesilleri ve mukaddeslerimizi tahrip edecek yanlışlara meydan vermeyelim. Masum kitlelere karşı duruş ve faaliyetimiz; onların imdadına koşmak, ilimle, irfanla, eğitim, bilgilendirmek ve şuurlandırmakla onlarla güzellikleri paylaşmaktır.

“Memlekette dinî bir hava meydana gelmesini istemiyoruz” sözleriyle 1930’larda başlayan bir derin ve gizli dinsizlik komite hareketini durduracak yegâne yol, tarz, usûl Kur’ân ve Sünnete tam tabi olmakla ancak mümkündür. Dinî meselelerin sulandırılmasıyla başlayan hafiflik ve sapma hareketine bulaştırılacak en tehlikeli ve ciddî konu, “fitne ve nifakla iş gören derin yapıya eklemlenmek”tir. Hedefinden asla sapmayan bu sessiz ince ayar sinsice hükmünü çok gizli bir şekilde devam ettiriyor. “Şeytanla meleğin anlaşamayacağı ve barışamayacağı” çok bariz bir hakikattir.

İnananlar ve akl-ı selim sahibi olanlara düşen; “günü kurtarmak” değildir, bu olmamalıdır. İman kalesinden gedik verecek, delik açacak faaliyetlerin yanında ve içersinde olmamalıyız.  

Sihir kutusu TV’lerin cazibesinden uzak; sade ve müsbet bir yol açıp muhabbetle, çiçeklerle ve sevgiyle o yolları döşemek gerek. Kutuplaşmayı körükleyen ve hedefleyen, gizli komite ve mevcut zihniyete karşı daima teyakkuzda olmamız gerekiyor.

“Kavram kargaşasının” tavan yaptığı bir zaman ve zeminde daha büyük acıları yaşamamak için akıllı davranmanın, sağlıklı ve dengeli değerlendirme ve mukayeselerin yapılmasına büyük ihtiyaç var.

Hayat yolculuğuna devam ederken, “gök kubbede hoş bir sada bırakabilmenin” ağırlığını ve önemini idrak etmek çok farklı bir kazanç olsa gerek. Her gün kazanıyor muyuz, yoksa kaybediyor muyuz? Her halde bu konuda hiçbirimiz tam olarak emin değiliz.

Makamlar, mevkiler, dünya zevkleri, müesseseler, şan, şöhret, alkış, havalanma ve havalandırmalar… sonu hep hüsran olan şeylerdir. Zaman herkese şunu gösterdi ki; “şahsilik” ve “tek adamlık” yerine “şahs-ı manevî, kurallar ve sistem” bundan sonra dünyada hükümferma olacaktır. Bunları kazanmak da ancak maneviyatın emrine girmekle olabilir. Ona hizmet ederse bir anlam ve fonksiyon icra eder. Yoksa belâ içinde belâdır. Iztırap içinde ıztıraptır.

Cenâb-ı Hak, şahsımızı, aile efradımızı, dostlarımızı, camiamızı ve bütün Müslümanları “arzîlikten” uzak, “semavilikle” örtüşen bir hayat yaşamayı nasip etsin inşaallah. (Âmin).

Bütün dünya Müslümanlarına akıl, iz’an, sabır, feraset, basiret ve ufuk versin. Yanlış ve günahlara düşürmesin. Şeytan, Deccal ve Süfyanın oyunlarına getirmesin. Memleketimizi, milletimizi ve bütün dostlarımızı, inananları masum ve mağdur insan kitlelerini her türlü nifak, kan, öfke ve düşmanlıktan uzak eylesin. (Âmin)

NOT: Değerli dâvâ arkadaşlarımız ve yazarlarımız İslâm ve Sebahaddin Yaşar kardeşlerimizin babalarının vefatı dolayısıyla kendilerine ve bütün aile fertlerine taziyetlerimi sunuyorum. Merhuma Allah’tan rahmet, akraba ve dostlarına sabır ve metanet diliyorum.
N. Eren

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*