Kendini bilmek

Hz. Musa (as) ümmetine buyurdu:

“Bana kavminizin en iyisini bulup getirin.” Bulup getirdiler.

Hz. Musa (as) sordu: “Bu kavmin en iyisi sen misin?”

O kişi ‘evet benim’ demedi. “Öyle diyorlar” dedi.

Hz. Musa (as) o kişiye: “Sen de bana bu kavmin en kötüsünü bulup getir.” diye görev verdi. O kişi bir müddet sonra tek başına geldi.

Hz. Musa (as) sordu: “Hani kavminin en kötüsünü bulup niye getirmedin?”

O kişi şöyle cevap verdi: “Ben kendi nefsimden daha kötüsünü bilmiyorum.”

Hz. Musa (as) buyurdu ki: “Sen hakikaten kavminin en iyisi imişsin.”

Yine benzer bir olay da Peygamber Efendimizin torunlarından, devrinin âlim zatlarından birinin başına geldi.

O muhterem zat çarşıda giderken önüne bir adam çıktı ve “sen şöylesin, sen böylesin” diye bir sürü hakaretleri sıralamaya başladı.

O muhterem zat büyük bir sabır ve sükûnetle adamın sözü bitinceye kadar bekledi. Sonra hakaretleri bitip susan adama “Hepsi bu kadar mı?” diye sordu.

Adam afalladı. Şaşkınlıkla sustu.

O muhterem zat şöyle devam etti: “Bunlar senin bildiklerin… Benim Allah’a karşı senin bilmediğin daha ne kusur ve günahlarım var.” dedi.

Adam utançla o muhterem zatın elini öpmeye çalışarak: “Sen hakikaten büyük insanmışsın” diyerek özür beyan etti.

Evet, ‘kendini bilmek’ insana ilim olarak yetecek bir olgunluktur. Çünkü kendini bilen Rabbini bilir. Rabbini bilen ise haddini bilir. Boş gurur ve kibirden sakınır. Ameline güvenmez.

‘Ne oldum’dan ziyade ‘ne olacağım’ endişesiyle hareket eder. Bu yüzden Yunus Emre meşhur şiirinde “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Bu nice okumaktır.” diye serzenişte bulunmuştur.

Nefis elbette her kötülüğü isteyecektir.

Böbürlenmek, övgü ile anılmak, iltifat görmek arzu edecektir.

Hatta övgünün sahtesinden bile hoşlanacaktır.

Herhangi bir suçlama karşısında kendini ‘avukat gibi’ savunacaktır. Eleştirilmekten nefret edecektir.

Hele bir de makam, mevki sahibi ya da meşhur olmuş biri ise yere göğe sığmayacak bir tavır gösterecektir.

Kendini olduğundan büyük göstermeye çalışırken riya, gösteriş vb. alçalışları sergileyerek kendini ‘soğuk beğendirmeye’ çalışacaktır.

Belki kendisinden menfaat umanların dalkavukluklarıyla coşacak fakat bu coşkusu da uzun sürmeyip menfaatin bitmesiyle sona erecektir.

Bediüzzaman Hazretleri nefs-i emmarenin bu tuzaklarından kurtuluş çaresinin insanın Rabbine karşı ‘mutlak azc ve fakr’ını hissetmesiyle mümkün olacağını ifade etmiştir.

Yani sonsuz ihtiyaçlara müptela olarak yaratılan insan aynı zamanda sonsuz bir fakirlik içerisindedir.

İhtiyaçları âlemin her tarafına yayılmıştır.

Bir çiçeği arzu ettiği gibi koca bir baharı da arzu etmektedir. Dünya hayatını istediği gibi ebedi hayatı da istemektedir.

İstekleri sınırsız olduğu için fakirliği de aynı ölçüde sınırsızdır. Fakat bu sınırsız olan isteklerini, fakirliğini karşılayacak gücü, kudreti yoktur.

Sınırsız, sonsuz ihtiyaçlar ancak sınırsız ve sonsuz bir kudretle karşılanabilir.

Böyle bir kudreti olmayan nefis, mutlak acz içerisinde olduğunu hakkalyakin (bizzat yaşayarak) hisseder.

Böylece kendisinin ‘hiç’ hükmünde olduğunu anlayarak ‘mutlak zenginlik ve kudret’ sahibi Yaratıcısını bilip O’na yakınlaşır. Kendini ve Rabbini tanır. Haddini bilip boş gurur ve kibirden sakınır.

Aslında insanın manevi yükselişi kendisini ‘kötü’ bildiği müddetçe sürer.

Kötülüğü ise, kendini ‘iyi’ bildiği müddetçe devam eder.

Çünkü kendisini kötü bilen insan; iyi olma gayreti içerisinde bulunacaktır. Bu süreç ise mezara kadar devam edecektir.

Birisi Hz. Aişe validemize (ra) sormuş: “Ey müminlerin annesi, bir insan kendisinin iyilerden olduğunu nasıl bilir?”

Hz. Aişe annemiz (ra): “Kendisinin kötülerden olduğunu bildiği zaman” diye cevap vermiş.

Bunun üzerine aynı şahıs: “Peki kendisinin kötü insanlardan olduğunu nasıl bilir?” diye sormuş.

Hz. Aişe annemiz (ra) bu kez de şöyle demiş: “Kendini iyilerden gördüğü zaman.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*