Kimliğini arayan toplum

Çevremize şöyle bir baktığımız zaman, herkesin bir şeyler aramakta olduğunu görüyoruz. Caddelerde, sokaklarda, mabetlerde, meydanlarda; karınca sürüleri gibi dolaşan insanlar, ihtiyaçları olan bir şeyleri elde etmek için çaba sarf ediyorlar. Kimi telâşlı, kimi sakin, kimi vurdumduymaz, kimi şaşkın, kimi gayretli, kimi miskin olduğu halde, herkes bir şeyler aramakta.

Hastaneler şifa arayanlarla, mahkemeler adalet arayanlarla, meyhaneler keyif arayanlarla, kumarhaneler şans arayanlarla dolup taşıyor. Gençler mutluluğun, yaşlılar huzurun peşinde. Kimi maddeyi terk ederek mânâ âleminde Nur ile yoğruluyor, kimi maddenin yoğunluğunda, sefalet ve zulümatta boğuluyor. İstikametten ayrılmadan hidayet yolunu bulanlar da var, gaflet ve dalâlet vadisine düşerek şeytana maskara olanlar da…

Ne aradığını bilenler ve “Necisin, nereden geldin, nereye gidiyorsun?” suâllerinin cevabını bulanlar, selâmet sahillerine ulaşıyorlar. Cehalet ve hamakat ağlarına takılıp kalanlar ise, fasit bir daire içinde durmadan dolaşıyorlar.

Millî eğitimde sistem arayışımızın sonu gelmiyor. Kesintili ve kesintisiz eğitim kargaşası, katsayı kavgası, açık öğretim, örgün eğitim gibi arayışları devam edip gidiyor. Her yıl kitaplar değişiyor, müfredatlar yenileniyor, yeni yeni metotlar deneniyor. Ertesi yıl, sil baştan. Her şeye yeniden başlanıyor. Böylece öğrencilerin kafası, velilerin kesesi, öğretmenlerin masası allak bullak oluyor.

Yozlaşan millî kültürümüz aslını arıyor. Şiirlerimiz âhengini, türkülerimiz ezgilerini, folklörümüz figürlerini ve musîkimiz notalarını arıyor. Tarihimiz azametini, kültürümüz asâletini, san’atımız nefasetini arıyor. Kısacası, milletçe kimliğimizi ve benliğimizi arıyoruz.

Nasreddin Hoca’nın samanlıkta kaybettiği yüzüğünü “burası karanlık” diyerek bahçede aradığı gibi, biz de vatanda kaybettiklerimizi hep yabanda aradık. Devamlı başkalarının eline baktığımız için, kendi elimizdeki değerli hazineleri göremedik. Dışarıdan gelen rezaletleri iltifatla; içimizdeki faziletleri ise ihtiyatla karşıladık. İhtiyaç duyduğumuz doğruları doğru yerde aramadığımız için bir türlü bulamıyoruz.

Gazetelere ilânlar verip, “Benliğimi kaybettim, hükümsüzdür” diyemeyeceğimize göre, onu mutlaka arayıp bulmak zorundayız. Kaybolan bir şeyin doğru yerde ve yeterli bir ışık altında aranması gerektiğini de unutmamalıyız. Samanlıkta kaybettiğimizi bahçede arayacağımıza, samanlığın tavanına bir lamba takmalıyız. Baktığımız yerlere azimle, imanla, ferasetle bakmalıyız.

Yakın tarihimize yakından bakacak olursak, aradıklarımızın bir çoğunun arşivlerin tozlu raflarında olduğunu göreceğiz. Birileri bizi bize unutturmak için benliğimizi ve kimliğimizi tarihin çöplüğüne atmak istemişler. Öz değerlerimizi tahrip ederek, yerine Batı’nın bâtıl zihniyetini ikame etmeye çalışmışlar. Şanlı tarihimizin şeref levhalarını gözlerden saklamak için geçmişle aramıza perdeler çekmişler. Mazimizin parlak ziyası istikbalimizi aydınlatmasın diye, mazi ile müstakbel arasındaki enerji hattını kesmişler. Ondan sonra da karanlık bir maziye sahip olduğumuzu iddia ediyorlar. Halbuki, ışıkları söndürenlerin karanlıktan şikâyet etmeye hakları yoktur.

Ama artık karanlıkların sonu gelmek üzere. Doğunun yalçın kayalıklarından doğan bir Nur, tarihimizi de, talihimizi de aydınlatmaya başlamıştır. Artık neyi nerede arayacağımızı daha iyi biliyoruz. İhtiyacımız olan ışık, kırmızı kaplı kitapların Nurlu satırlarında mevcuttur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*