Korku istenir mi?

Fâtır-ı Hakîm insanların mâhiyetine çok çeşitli duygular, hisler yerleştirmiştir. Bu hislerin ba’zıları insanların beğendiği, hoşlandığı, mantıklı gördüğü, faydasına inandığı hisler iken, ba’zılarının varlığı insanı rahatsız edebilmekte, böyle bir duygunun sâhibi olmakla insan tedirgin olabilmektedir.

Meselâ; insan muhabbeti, cesâreti, hamiyeti, gayreti, şefkati ve hâkezâ beğenip istemekte, hoşlanıp sâhiplenmekte iken; nefreti, korkuyu, utanmayı, çekingenliği, unutmayı v.s. zâhiren beğenmemekte, hikmetini düşünmemekte,—sorsanız—belki istememektedir.

Bunun sebebi elbette bu duyguların faydasızlığı ya da önemsizliği veya hikmetsizliği değildir. Bunun sebebi bilgisizliktir; düşünmemektir; hayâtı ve şartlarını anlayamamaktır. Zîra Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği, mâhiyetimize derc ettiği bütün âzâların, hislerin bir faydası, bir hikmeti mutlaka vardır. Ve insanoğlu ancak verilen o hislere ihtiyacı ortaya çıktığı ânda bunu anlayabiliyor. Farz-ı muhâl olarak; Cenâb-ı Hak bizi yaratmadan önce mâhiyetini anlatmakla beraber bize sorsaydı acaba kaçımız korku, unutmak, utanmak, öfke, kıskançlık, v.s. gibi duyguları isterdik? Hâlbuki bu tür duyguların da sâir müsbet duygular gibi insan hayâtında ne kadar önemli olduğunu düşündükçe veya yaşadıkça idrâk edebiliyoruz. Bize sürûr veren, ihtiyâcımız olan hâdiseleri ve bilgileri hatırlamak nasıl büyük bir nîmet ise, acı ve hüzün veren olayları unutmak da bir o kadar, belki de ondan da büyük bir nîmet değil midir? Öyle ise korku ve buna mümâsil duyguların bizlere verilmesi ihtiyaçtan berî değildir; hikmetsiz ve faydasız değildir; bir musîbet değildir. Aksine bu duygulardan mahrûm bırakılmak belki bir musîbet olurdu. Zîra düşmanı def etmek için insanın cesârete ne kadar ihtiyâcı varsa, hayâtını muhâfaza edecek tedbîrleri almak için de korkuya, korkmaya o kadar ihtiyâcı vardır. Önemli olan, doğru olan, insana zül gibi gelen duygulardan arınmak değil, o duyguları yerli yerinde, veriliş hikmetlerine uygun olarak kullanabilmektir.

Bu husûsta bizlere Kur’ân ve sünnetten aldığı ölçülerle doğruyu gösteren yine Üstâd Bedîüzzamândır.

İşârât’ül İ’câz adlı eserinde “Tagayyür, inkılâp ve felâketlere marûz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen rûhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.” diyen Bedîüzzamân, bu kuvvetleri şöyle sıralar: “Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebûiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyîz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.”

“Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.” (1)

Yukarıdaki izâhattan da anlaşılacağı üzere insanlara ihsân edilen duygulara fıtraten bir hudût tâyin edilmemiş, ancak şerîatça sınırlandırılmıştır. Bu da bize, mâhiyetimizdeki duyguları kullanmakta “sırât-ı müstakîm” ölçülerine uygun davranmamız gerektiğini anlatmaktadır. Ki, işte o zaman bize ihsân edilen bütün duyguların nîmetiyet ciheti ortaya çıkacaktır.

Zikredilen bu üç kuvvetin her birisinin de üç ayrı mertebesi olduğunu ifâde eden Bedîüzzamân, “kuvve-i gadabiye”nin üç mertebesini de şöyle açıklar:

“kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebânettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsûlüdür. Vasat mertebesi ise şecâattir ki, hukûk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşrû olmayan şeylere karışmaz.” (2)

Eğer biz “kuvve-i gadabiye”nin tefrit mertebesine düşer isek, hayâtı hem kendimiz hem de çevremiz için çekilmez hâle getirebiliriz. Aynı şekilde ifrat mertebesi olan “tehevvür” hâli de yine ferdî ve içtimâî hayâtımızı anarşîye, keşmekeşe, çekilmez hâle sürükleyebilir. Vasat mertebe olan “şecaat” ise hem insanın fıtrî hâline, hem rûhî yapısına uygun, faydalı ve hikmetli olan şeklidir ki, ihsân edilen duyguların yaratılış gâyelerine uygun olarak kullanıldığı ve Fâtır-ı Hakîm’in istediği “sırât-ı müstakîm” budur.

Karıncadan, arıdan, böcekten, sinekten, karanlıktan, yalnızlıktan, gökgürültüsünden, şimşekten, kuyruklu yıldızdan; hulâsa korkulmayacak şeylerden de korkan bir insan düşünebiliyor musunuz? Hayâtın her hâli, her safhası nasıl çekilmez bir hâl alır; hayât yükü altında o insan nasıl ezilir. Dünyadan, dünya hayatından aldığı lezzet nasıl hiçe iner; hayvandan da aşağı düşer; daha dünyada iken nasıl cehennem azâbı çeker. Halbûki yukarıda da ifâde edildiği gibi korku ve buna mümâsil duygular insana “rûhun yaşayabilmesi için” verilmiştir; insan hayâtını cehenneme çevirmek için değil.

Bir de bunun aksini ya’nî maddî-mânevî hiçbir şeyden korkmayan bir insan düşünelim. Başta kendisinin ve yakın çevresinin olmak üzere sosyal hayâtı nasıl karıştırır; şahsının ve yakınlarının başına ne türlü musîbetleri, belâları celb edebilir. Hele bir de imkân ve salâhiyet sâhibi bir mevkîde ise nasıl zulümlerin, tahakkümlerin ve istibdatların kaynağı, vesîlesi olabilir.

Anne-babadan korkmak ebeveyne olan saygının kaynağıdır; âile mâbeynindeki huzûr ve sükûna, îtimad ve mutluluğa sebeptir. Benzer şekilde, Allah’tan korkmak da cemiyet hayâtındaki huzûr ve sükûnun, toplumsal barışın kaynağıdır; vesîlesidir. Bir gün hesaba çekileceğini düşünmeyen, hesap verme korkusu olmayan birinin neler yapabileceğini tahayyül ediniz. Böyle birisini çalıp-çırpmaktan, başkasının hakkına tecâvüzden, zulüm ve istibdattan ne alıkoyabilir? Onun içindir ki Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerîminde şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (3)

Korku –ve benzerî hisler- aynı zamanda insanın ebedî hayâtını kazanmasında da bir araç, bir vesîledir. Zîra insanın ebedî hayatını kazanmasında “korku ve ümît” ya’nî “havf ve recâ” ortasında olması da Allah’ın emri, hikmetin gereğidir. İnsan günaha düşmekten, imtihânı kaybetmekten korkmalı; Allah’ın emirlerine itâate güç yetirebileceğinden ümitli olmalıdır. Cenneti ümît etmeli, Cehennemden ise korkmalıdır. “Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lazımdır.”(4) ifâdesi bu durumu vecîz bir şekilde açıklayan bir hakîkattir.

Toparlayacak olursak; Cenâb-ı Hak, insanlara beğenip sâhiplenecekleri hisler verdiği gibi, ilk ânda hikmetini anlayamadıkları, ancak ihtiyaç duyduklarında değerini bilebildikleri duygular da vermiştir. Korku hissi de bunlardan birisidir. Bu hisleri nasıl kullandığımız önemlidir. Yanlış kullanışlarda hayâtımızı zehir edebileceği gibi, doğru kullandığımızda ise iki cihânın saâdetine vesîle olabilir. Öyleyse “korku”dan korkmayın; onu yanlış kullanmaktan korkun!

DİPNOTLAR:

(1). İşârât’ül İ’câz s. 29

(2). A.g.e. s.29

(3). Haşr Sûresi, Âyet: 18

(4). İşârât’ül İ’câz s. 192

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*