Korku ve Ümit Arasında Samimi Bir Kulluk

“İkinci Merhem: Dinde, harec yoktur.  [Din kolaylıktır. (Keşfü’l-Hafâ, c. 1., s. 414; Kenzü’l-Ummâl, 3:33, 36, 47; Buhârî, İmân: 29.)] Mâdem dört mezheb haktır. Mâdem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine —böyle vesveseli adama— müreccahtır; yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.”

 

ImageVarlığın özünde, maddi alemin alt yapısında ve mikro planda bir belirsizlik hali hep vardır. Yeni varlık algısında pozitivist, determinist ve mekanik işleyiş anlayışları ortadan kalkmış, şekillenişin anlık olduğu ve sebebin sonuç üzerinde etkili olmayıp sadece yanında, yakınında bulunduğu anlayışı hakim olmuştur. Bu hal maddenin sabitliğine ve belirli, kesin oluşuna dayanan bir emniyet hissinin yerine, eşyanın dışında ve üstünde bir güce dayanma ihtiyacına vesile olmaktadır. Bu hal aslında günlük yaşantıda ve kulluk halinde korku ve ümit arasındaki yaşantı ile de uyumludur. Yani, Kur’an’a dayalı bir hayat çizgisi üzerinde yaşayan kulun aleminde maddi plana dayalı hiç bir belirlilik, kesinlik ve netlik yoktur. Onun aleminde hiç bir şeyin cevabı kesin ve net değildir. Ancak bu durum bir huzursuzluk, endişe ve sıkıntı hali doğurmaz. Çünkü, kendi aleminde ve maddi planda net olmasa bile her işleyişin, her sonucun Alemlerin Rabbi tarafından belirlendiğini ve O’nun her şeyi en güzel tarzı ile belirleyeceğini bilmenin ve buna yürekten inanmanın rahatlığını yaşar.

Mesela, elinize aldığınız bir bardağı göstererek sorduğunuz, “Bırakırsam düşer mi?” sorusuna Mu’tezile’nin cevabı: “Düşüp düşmemesi tamamen senin bırakmana bağlı, bırakırsan kesinlikle düşecektir.” şeklindedir. Cebriye: “Düşüp düşmemesi senin bırakmanla ilgili değildir, eğer düşmesi takdir edilmişse sen bıraksan da bırakmasan da düşecektir.” diyecektir. Ehl-i Sünnet’in bu durumdaki vasatı temsil eden cevabı ise şu olmalıdır: “Şu ana kadar Kudret-i İlahiye hikmeti gereği bardağın düşüşünü bırakmanın ardından yaratmış ve varlık aleminde bırakıldığında düşecek şekilde tavrın belirleneceği bir işleyiş dokumuştur. Ancak bu durum bırakmanın düşmeye sebep olmasından kaynaklanmamaktadır. Yalnızca sürekli olarak ve bir kurala dönüşecek bir genellikte bırakma fiilinin ardından düşme durumu yaratılmaktadır. Ben tavrımı bırakıldığında düşeceğine göre ayarlarım. Ancak geleceğe dair net bir hüküm veremem. Bardağı bırakmadan ne olacağını bilemem. Çünkü belirleyici olan senin bırakman değil, Kudret ve Hikmet-i İlahiyye’dir. Ancak bardağı bıraktığın durumda ne olacağını birlikte görürüz.” Ehl-i Sünnet’in yaklaşımında bir yönüyle bakıldığında belirsiz, net olmayan ve kararsız bir hayat anlayışı var gibi gözükse de, bu durumun gerisinde latif bir emniyet hissi gerçek anlamda ve zatında değişmeyen, kararlı, sabit, ve istikrarlı bütün bu özellikleri de bir başka mercie dayanmadan kendinden kaynaklanan Kayyum-u Ezeli’ye dayanmanın tarif edilmez ve doyulmaz bir rahatlığı vardır. Kararsız, geçici, yok olmaya mahkum varlık alemine ve eşyaya değil, hepsini var ve yok eden ve eşyadaki bütün özelliklerin asıl kaynağını teşkil edip onlarda özelliklerini yansıtan Zat-ı Akdes’e dayanmanın verdiği güven duygusu vardır. Yani belirsizlik aslında gerçek belirliliği bulmaya vesile olmaktadır.

Kullukta ve ibadetlerde de bu belirsizlik ve eşyanın işleyişinde netlik olmadığına inanç “ne ümitsizlik, ne de ucb, yani amellerine güvenme” şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet çizgisindeki bir kul amellerinden ve ibadetlerinden sonra, “Kabul oldu” ya da “Kabul olmadı” gibi bir sonuca ulaşmak arayışı içinde değildir. Kayyum-u Ezeli’ye dayanan belirsizlik anlayışı içinde, “Benim vazifem elimden gelenin en iyisini yapmaktır. Bunu yaptıktan sonra ya da yaptığıma inandıktan sonra kabul olup olmadığına dair bir araştırma ya da sorgulama içine girmem. Çünkü, işin o yönü bana değil, kulluk vazifesi ile beni yaratıp bu aleme gönderen ve her an, hayatın her işleyişi ile beni terbiye eden Rabb-ı Kerim’e aittir.” der ve kabul edildiğine dair bir netlik ve kesinlik arayışı içinde olmayan, sadece vazifesine bakan samimi bir kulluk hali yaşar. Aslın her iki yönde de netleştirilmiş anlayışlar ihlas ölçüleri içinde kulluk konumu ile pek bağdaşmamaktadır. Yani, ne “böyle bir kulluk ile bu iş olmaz, ben iflah olmam, benim için artık her şey bitti, hiç bir kurtuluş çarem ve çözüm yolum kalmadı” demek şuurlu ve İslam çizgisinde bir kulluk ile bağdaşır, ne de “ben bu işi bitirdim, her şeyi ile dört dörtlük bir kulum, bundan iyisi can sağlığı, yapılabilecek kulluğun en iyisini yapıyorum, kabul edilmemesi mümkün değil” şeklinde bir yaklaşım doğrudur. Birinde rahmet-i İlahiyeyi itham, diğerinde meşiet-i İlahiyeyi kaale almamak gibi kabul edilemez yanlışlar yer almaktadır. Oysa, kul, kul olduğu sürece sınırlıdır ve mükemmeli bulabilmesine imkân yoktur. Zaten ondan mükemmeli talep eden de yoktur. Ancak, hayatı ve kulluğu kendine zehir etmeden, ümitsizliğe düşerek rahmete dayanmayı bırakmadan mükemmeli aramak konumundadır. Bu konum hiç değişmeyecektir. Bu konumuna razı olduktan ve bundan sıkıntı duymadıktan sonra yaptığı hiç bir işi mükemmel ve son nokta olarak görmeyen, sürekli terakki eden, ancak geldiği her noktada güzelliklerin asıl Sahibi’ne dayanmanın verdiği rahatlık, gurur ve kibirden uzaklık şeklinde samimi bir kulluk yaşar.

Aslında dozunu aşmadığı ve hayatı zehir etmediği sürece vesvese böyle bir kulluk anlayışının zemini olabilir ya da bu doğrultuda kullanılabilir. Zaten kulluğun ideal noktası işlediği her fiilin, bütün amellerinin mükemmel olduğuna inanç değil, yapılabileceğin en iyisini yaptığına inandıktan sonra bile bunu iyi ya da kötü olarak kabul edecek olanın Zat-ı Akdes olduğuna inanmışlık içinde bir boyun büküklüğü ve edep halidir. Bu noktada hep kulluk ve hep tövbe ve istiğfar hali, kendini hep kusurlu görme hali olmalıdır gerçek ihlasın tezahürü. Amellerine güvenerek ahireti garantiye aldığını düşünmek, gurur ve kibire kapılmak, aslında Kur’an ışığında şekillenmiş bir hayatın yansıması olamaz. İslam adı verilen hayat tarzının temelini benlikle mücadele ve nefis terbiyesi oluşturmaktadır. Kulluğun temelinde bu vardır. Kulluk ve insanlık tarihinde en büyük kayıplar ve sapkınlıklar gururdan, kibirden ve kendine güvenmekten kaynaklanmıştır. Eğer vesveselerimiz bizi bu noktadan uzaklaştırıyor ve sürekli daha iyiyi aramamıza vesile oluyor, üstelik geldiğimiz hiç bir noktayı tam ve mükemmel görmeyip daha iyiye koşmamıza vesile olabiliyor ise neden bu şekilde müsbete kanalize ederek kullanmayalım? Neden benliğimiz ve nefsimiz gibi vesveselerimizi de bir binek yapıp üzerine binerek daha iyi kulluk, sürekli gelişen ve hep Yaratan’a dayanan bir kişilik için vesile yapmayalım? Bunu yapabildiğimiz ve kulluk çizgimizin daha istikametli şekillenmesine vesile edebildiğimiz anda belki de vesveselerimizin var olduğuna ve Hakim-i Mutlak’ın bu alemde vesvese diye bir şey yarattığına yürekten şükredeceğiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*