Korkunç bir ruh hali!

Hiç dile getirmek istemediğim konulardan birisi de işte budur. Ama bir o kadar da bu konu Müslüman mahallelerinde aktif bulunmaktadır.

‘Aman çocuğumuza baskı uygulamayalım, kendince doğruları bulsun, deneyerek öğrensin’ şaşkınlığı; çizgi tanımayan, kural tanımayan, hak hukuk dinlemeyen, ahlâk nedir bilmeyen tipleri netice vermiş bulunuyor.

Diğer taraftan ise, ebeveynin, ‘Aman yoldan çıkmasın, aman yanlış adım atmasın, aman kötü alışkanlıklar edinmesin’ paranoyasıyla, kendi olamamış, kendini bulamamış, kabiliyetlerini kullanma gereği duymayan, nasıl olsa annem babam yapıyor tembelliğine düşmüş genç tiplerini, çocuk tiplerini ortaya çıkarıyor.

Durum, bir hikâyeciği hatırlatıyor:
Deveye sormuşlar, ‘Yokuş yukarı gitmeyi mi istersin, aşağıya doğru gitmeyi mi?’ diye.
Deve de cevap vermiş: ‘Yahu kardeşim, düz yola ne olmuş!’.
Bir şeyin normali varken, anormal hallerde kendimizi yoruyoruz.
Oysa, uçlarda olmak bir başarısızlıktır. ‘Ya hep, ya hiç’ anlayışı bir tembelliktir, yorulmayı göze almamaktır.

Evleri, birer hayat antrenmanları alanı olarak görmeli, antrenörler. Evlerde, çocukların, gençlerin gidişatlarını gözetmeliler ve ona uygun da adım atmalıdırlar. Yoksa, çalışılmayan pozisyonlar, zayıf noktalar olacaktır. Muhtemeldir ki, goller de, o zayıf noktalardan gelecektir. Yani yıkımlar, çalışmadığımız konularımızdır.

Evet, çocuklarımızı, ne ‘ilgi’ denizinde boğmak doğrudur; ne de ‘ilgisizlik’ çukurunda boğmak. İkisi de bir yıkımdır. İkisinden de sağlıklı nesiller meydana gelmeyecektir.

Kişilikli, özgüveni yüksek, sabırlı, sevgi dolu, neşeli, hoşgörülü, iyimser çocuklarımız, gençlerimiz olsun istiyoruz. ‘Peki ekimi ne zaman ve nasıl yaptınız?’ diye sorsalar. Verecek cevabı olanların beklemeleri normaldir. Ama ekim yapmamış olanların beklentileri anlamsızdır.

Bizim toplumumuzda, yukarıdaki tabloyu gösteren o kadar çok örnekler var ki.
Şımartılmış, ihtiyaç nedir düşünmeye bile fırsat verilmemiş, bir dediği iki edilmemiş; aramak, sormak, bulmak, çabalamak, çalışmak, uğraşmak nedir bilmeyen, hayattan kopuk insan tipleri o kadar çok ki.

Bir o kadar da, korkutulmuş, ürkütülmüş, pısırık, yapamayacağına inandırılmış, özgüveni bitirilmiş, kendini adam yerine koymayan, sönmüş insan tipleri var.

İki durum da, antrenör problemidir.
Peki ne olacak bu gidişin sonu?
Cevap çok kolay.
Eğer bu gidişattan rahatsız olanlar varsa,—ki rahatsız olmak çok güzel bir aşamadır—bu gidişata bir dur demesi gerekecektir.

Önce, bir şeylerin kötü gidiyor olduğu düşünülüyorsa veya hissediliyorsa, önce o kötü giden şeyi tesbit etmek gerekiyor. Yani problem nedir, nerede başlıyor, kim başlatıyor? gibi soruların net cevaplarını bulmak gerekiyor.

Problemin ne olduğu, nerede başladığı, neden başladığı, kimin başlattığı, kimin devam ettirdiği, kimin sebep olduğu gibi onlarca doğru sorunun doğru cevapları bulunmalıdır.

Ki, bu aşamalarda da çok objektif olmak gerekecektir. Objektif olmayan bir uygulamanın varacağı bir doğru sonuç da olmayacaktır.

Yani anne, babada bir kusur varsa,—ki onlar da insan, idareyi elinde bulunduranlar, etkiyi, yetkiyi kullananlar her zaman hata yapmaya, kusur yapmaya daha yakındırlar—kusurunu itiraf etmek, istiğfar etmek, istiâze etmek ve sonra da o kusur işlediğimiz evlâdımıza karşı, bu kusurun özrünü ifade etmek ve duyulan rahatsızlığı ona da hissettirmek çok önemli bir aşamadır.

Belki de bugün ebeveynin çok az yapabildiği konulardan birisi budur.
Tabiî aynı durum evlâtlar için de geçerlidir. Burada büyük ve küçük olmak; ebeveyn olmak veya evlât olmak farkı yoktur. Burada hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz geçerlidir.

Özellikle de ebeveynin özür dilemesi, özür dilemeyi öğretmek anlamı taşır.
Ebeveyn beyefendi ile epeyce bir zamandır tanışıyoruz. Çoğu kez bir araya geldiğimizde onu anlamaya çalışıyorum. Hiç sır vermiyor. Hiç de konu açmıyor. Dört çocuğu olduğunu biliyorum. İkisi kız, ikisi de erkek. Yine bir gün birlikteliğimizde, ona, ‘Mutlu Aile Modeli’ kitabımı çıkarıp, bir vesile ile imzaladım.

Çok canlı bir, ‘Teşekkür ederim’ dese de, biraz soğuk hisler taşıdığını, yani biraz bu konunun kendisi için ‘zor’ konular olduğunu hissettirdi. Ben de fırsatını bulmuşken biraz kitabımızın oluşumu hakkında konuştum.

Kendisinin hem kız babası, hem de erkek evlât babası olduğundan, kendisindeki çocuk yetiştirme konusunda tecrübelerinin daha çok olduğunu ve söyleyeceklerinin daha etkili olacağını ifade ettim.

O hiçbir şey sormadan ben konuşuyordum. Kendimce sorular oluşturmuş onlara cevaplar veriyordum. O da yüz hatları karışmış bir şekilde, ne diyeceğini şaşırmış vaziyette dinliyordu. Zaman zaman da, içinden gelmese de cümlelerimi yarım ağızla onaylıyor, kafa sallıyordu.

Kitaptaki konuların çoğunluğunun yaşanmış, tecrübe edilmiş konular olduğunu söylediğimde ise, şaşkınlığı biraz daha arttı ve konuşmaya yeni başlamış çocuklar gibi, kekeleyerek, kısa kısa cümleler kurmaya başladı.

“Ben ailemde yaşadıklarımı kimse ile paylaşmam. Bunu uygun da bulmam. Ne yaşanıyorsa, o, orada kalır. Kimsenin oraya karışma hakkı da yoktur, haddi de.” gibi, tehditler de içeren, ama bir o kadar korku taşıyan cümleler kurdu.

Şu gelen cümleler ise, onun nasıl bir aile hayatı yaşadığı hakkında yeterince bilgi veriyordu: “Büyük oğlumla iki yılı buldu konuşmuyorum. Sebebi ise, ona attığım bir tokatı gidip amcasına söylemesi. Böyle bir şey olamaz. Ölse de, bu evin sınırları dışına çıkmamalı.”

Evet, çok korkunç bir ruh hali bu.

“Her insanın, her babanın alkışlanacak bir tarafı mutlaka vardır.” felsefemi canlı tutmaya çalışıyorum. Arıyorum, arıyorum, ama kendine yettiğini düşünen, evinin bilgisini, evinin duygu cinayetlerini, evinin yıkım hallerini kimseciklerle paylaşmayan, ama tamire de yanaşmayan-–iki yıldır insan evinin çocuğu ile konuşmaz mı?—bir babanın halen alkışlanacak bir tarafını arıyorum.

Ama eminim mutlaka vardır. Bakalım ne zaman ortaya çıkacak. Yoksa, eğitime kapalı bir cehalet mi yaşanıyor?

İzlemeye devam.
Evet, en büyük problem, bilginin gücüne inanmamaktır.
Hasta olup, ama tedaviye gitmemektir.
Böyle ruh halleriyle birlikte yaşayan evlâtlara daha çok iş düşüyor demektir. Neticede her şey bir imtihandır.
Zor anne babanın rızasını alabilmek, kat sayısı yüksek bir imtihandır.
İsyan etmeden, başarabilenlere ne mutlu!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*