Kullukta zirve: Ubûdiyet-i Muhammediye (asm)

Bir zaman iki arkadaş, onları seven büyük bir padişahın dâveti üzerine onu ziyarete gittiler.
Yolculuk uzun ve yorucuydu. Kimine göre kırk gün, kimine göre kırk yıl sonra huzura vardılar. Huzura kabul edilmenin sevinci, arkadaşlardan birini fahre ve naza iterken, diğerini şükre ve niyaza sevk etti. Biri cezbeyle şatahatlı sözler sarf ederken, diğeri huzurdan atılmaktan korkup huşû ve tazarrû içinde boynunu eğdi.

Sonra o büyük padişahın bu misafirlerine ‘hoş geldiniz’ demek üzere içeriye bazı adamlar girdiler. Her iki misafirin de etrafını çevirip hayranlık içinde onlarla ilgilendiler. Nazlı olan misafir, bu ilgiden çok hoşnut olmuştu ve bu adamlarla sohbete koyulmuştu. Mütevâzî misafir ise onların suallerine kısa cevaplar veriyor, fakat gözünü ev sahibi Zât’tan ayırmıyordu. Çünkü buraya geliş sebepleri O’ydu. İnsanların bu teveccühünden aslında sıkılıyordu. Ama O’nun izniyle içeri giren bu adamları cevapsız bırakmanın O büyük Zât’a bir nevi hürmetsizlik olabileceği korkusuyla O’nun hatırına ilgileniyordu.

Temsilî hikâye bitti.

HANGİSİ DAHA SEVİMLİ?

Şimdi, o büyük Zât-ı Zülcelâl’e, velî olarak dost edindiği bu iki arkadaştan hangisi daha sevimli? Sevindik olup “naz ve taşkınlık” (şatahat) eden mi, yoksa âcz, fakr ile, yani kendini bir şeye malik görmeyerek mahcubiyet içinde “niyaz” eden mi?

“Fahr” edip kendini öven ve iltifat bekleyen mi, yoksa “şükür” makamında daima minnettarlık gösteren mi?

“Teveccüh-ü nâstan ve merciiyyetten” memnun olup nazarını insanlara çeviren ve onların beğenisiyle zevklenen mi, yoksa kalben “halktan istiğna” makamında durup nazarını Mahbûb-u Zülcelâl’e hasreden mi?

MUHİBBİYET ve MAHBÛBİYET

Mü’minlerin hepsi Allah’ın dostlarıdır; hepsi de O’nu severler.

Yani derecelerine göre “Muhibbiyet Makamından”  hissedardırlar. Ancak onların içinde en sevimlileri ve Allah’a en yakın olanları ise “Mahbûbiyet Makamının” sırrına erenlerdir.

“Mahbûbiyet Makamı” Allah’ı sevmekten çok daha yüksek bir makam olan “Allah tarafından sevilmeyi” ifade eder. Bu makamın zirvesi Habîb-i Ekrem Efendimiz’indir (asm). Kullukta onun yolunu takip edenler de, Habîbullah’ın (asm) zılli altında makam-ı mahbûbiyete mazhar olabilirler.

İşte onun kulluk yolu ise, naz yerine niyaz, fahr yerine şükür, şatahat yerine huşû ve tazarru, teveccüh-ü nâs ve merciiyyet yerine nâstan istiğna idi ki, bu vaziyeti onu, kulluktaki en yüksek mertebeye yani “Mahbûbiyete” yükseltmişti.

Birinci haller velilerin çocuksu halleri iken, ikinciler onların yetişkin ve olgun hallerini ifade eder ve kulluk tavrına daha münasip düşer. Ancak Rahîm-i Zülcelâl, başkasından sâdır olsa rızâ göstermeyeceği “naz veya arbede” denilen (Haşiye 2) birinci kısım tavırlara, veli kullarından sadır olursa tebessüm eder. Râbia el-Adeviyye (ks) hacca giderken yolda merkebi ölünce naz makamında der: “İlâhî! Padişahlar âciz bir kadına böyle mi yapar? Beni evine dâvet ettin, ama yolun yarısında merkebimi öldürdün ve beni çölde yapayalnız bıraktın.”

PİRİMSİZ KULLUK

Velâyet-i suğrâ ve tarikat yolları zevkli ve cazibedardır. Bu yollarda keşif (perdenin açılıp gaybî bazı hakikatlerin temaşası) ve keramet, envar ve ezvak çoktur. Buna mukabil velâyet-i kübrâ yollarında ve Risale-i Nur mesleğinde ise meşakkat, mücahede ve külfet vardır. Üstelik neticesinde de bir “Merciiyet” veya “Metbûiyet” değil, “Tâbiiyyet” ya da “Mahviyet” yahut hafâ türabı altında “Mestûriyet” vardır. Zira “Sıddıkların kalbinden en son çıkan, hubb-u riyasettir.”

Mahbûbiyeti isteyenler, manevî makamlara getirilerek insanların önüne geçmeyi ve onların teveccühünü çekmeyi aslında hiç arzu etmezler. Bundan çekinirler. Onların genel hali şükür ve niyazdır. Anasından tokat yemiş çocuğun dönüp onun şefkatli sinesine sarılmasındaki korku misillü bir huşûdur. Zillet içinde boyun eğip yalvaran bir tazarrûdur. İşte onların bu hâlleri, tam ve hâlis bir kulluk olduğundan İlâhî sevgiyi öyle cezb eder ki, onları velâyet-i kübrâya ve mahbûbiyete mazhar eder.

O yüzden çok veliler, keramet ve ezvakın “istitar ve inkıtaını istemişlerdir.” Ruhânî ve cinnî hüddamlar yaralı olduğu bir zamanda ilâç getirseler veya berzahtaki bazı evliyalar temessül edip aç olduğu zamanda onlara helva baklavaları verseler dahî kabul etmezler.

BU TAVIRLARIN NUR MESLEĞİNDEKİ YANSIMALARI

Sikke-i Tasdîk-i Gaybî’deki müjdelerin rüzgârıyla havalanıp havf ve recâ dengesini kaybeden ve, “Bir meziyetim var ki, ben de intihap edilmişim. Bu âhirzamanda emsalim mahrum bırakılmışken ben, bu hizb-i makbule girmişim. Elbette ehl-i Cennet olacağım” diyen aslında fahr, naz ve şatahat makamında kalmıştır. Bu duruşun “Biz de mü’miniz. Üstelik kalbimiz temiz. Allah niye bizi Cehenneme atsın!” diyen sosyete Müslümandan farkı nedir?

Buna karşılık “Nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Herkesten ziyade müflis ve muhtaç ve müteellim olduğum için ilâçların en kuvvetlisi bana lütfedilmiş. Çirkin günahlarımdan dolayı eğer rahmet etmezsen senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Ey Rabb-i Rahimim!” dediğinde ise âcz, fakr, huşû, tazarrû ve niyaz makamına yükselmiştir.

Üstad Bediüzzaman’ın (ra) duâ eder şekilde ellerini açarak: “Biz dairemizin içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız. (Sonra ellerini yere doğru iterek) Bıraktığımız zaman da –Allah muhafaza– rûz-i mahşerde yüzüne bakmayız!” dediğini unutmamak gerekir. Gayet yüksek kule başından sükût edip gayet derin çukura düşmek ihtimali yok değildir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin hizmet için Ankara’ya gönderdiği seçkin ve genç talebelerini kendi kontrolü altında tutmak isteyen ve “Ben Üstad’ın Ankara’daki vekili olduğum halde beni dinlemeden ve benden izinsiz nasıl hizmet yaparlar” diyen merhum Osman Nûri Tol merciiyyet makamına takılırken, Üstad’ın kendisine verdiği, Nur hizmetindeki umûmî ve yazılı vekâleti kimseye duyurmayan, bu vesika ancak geçirdiği trafik kazasıyla vefat ettiğinde cüzdanından çıkan merhum Ceylan Çalışkan ise mahviyet ve mestûriyeti tercih etmiştir.

Evet, nefiste gizli teveccüh-ü nâs belirtisi olan “Beni dinlesinler, benden ders alıp bana sevap kazandırsınlar” düşüncesi, enâniyetin bir hilesidir. “İnsanların teveccühü kabir kapısına kadardır.

Hem şöhret bir belâdır. Şan ve şeref bir riyadır” diyerek nâstan istiğnâ hâlis, emniyetli ve daha yüksek bir makamdır ki, mahbubiyete uçuran diğer bir kanattır.
Abdurrahman AYDIN

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*