Hakikatin yükü ağırdır. Yolu gözyaşı, çile, sürgün, hapis ve şehitlik ile bezenmiştir. Bediüzzaman zamanın son yolcusudur. Risale-i Nur’ları insanı ezelden ebede götüren ulvî bir yoldur. Bu yolda Binbaşı Asım, Hafız Ali, Hasan Feyzi… şehit olur.
Hakikatin yükü ağırdır. Yolu çile, gözyaşı, sürgün, hapis ve şehitlik ile bezenmiştir. Bediüzzaman zamanın son yolcusudur. Yazdığı Risale-i Nur’lar insanı ezelden ebede götüren ulvi bir yoldur. Bu yolda Ubeyd, Abdurrahman, Binbaşı Asım, Hafız Ali, Hasan Feyzi, Tahiri Mutlu’nın kızı, Sabri Halıcı’nın oğlu Üstad yerine şehit olur. Santral Sabri, Çaycı Emin, Ceylan, Zübeyir, Sadullah Nutku, Bayram Yüksel, Ali Uçar, Mehmet Çiçek gibi birçok Nur talebesi hizmet yollarında şehit olur. Bunları Bediüzzaman’ın şehitliği taçlandırır.
Binbaşı Asım 1935 yılında Isparta’da gözaltına alınır. “Doğruyu söylesem Üstadım zarar görecek, yalan söylesem askerlik mesleğimin şerefine yakışmaz. Yâ Rab, canımı al” diye dua eder. On dakika içinde ruhunu teslim eder. Üstadının ifadesiyle “istikamet şehidi” olur.
Bediüzzaman hapis, sürgün, işkence ve suikastlara maruz kalır. Defalarca zehirlenir. En şiddetlisi Denizli Hapsinde gerçekleşir. Üstadın acılar içinde kıvranmasına dayanamayan Hafız Ali Rabbinden Üstadı yerine kendini huzuruna almasını ister. Halisane yapılan dua kabul edilir. Üstadı zehirleyenler Hafız Ali’yi de zehirler. Hastaneye kaldırılır. Bir-iki gün içinde şehiden vefat eder. O günlerde verilen zehri Üstad 17 yıl vücudunda taşır. Nihayet Peygamberimiz (sav) gibi zehrin tesiriyle şehit olur.
Her peygamber ahiret saadeti için reçeteler getirdiği gibi dünya saadeti için de getirmiştir. Nuh (as) gemicilerin, Davut (as) demircilerin, Yusuf (as) saatçilerin, İsa (as) doktorların, Hz. Mustafa (asv) çobanların, İdris (as) terzilerin piridir. Üstad ve talebeleri peygamberlerin ve sahabelerin meşrep ve mesleklerini takip etmektedir.
Nazilli’de Nur Hizmeti
1943 yılında Denizli hapsinde Üstadla birlikte kalan Şevket Kahraman, Aydın’ın Nazilli ilçesine giderek Nur hizmetini başlatır. Mustafa Öztürk ve dört Mehmetler olarak bilinen (Büker, Ali Özdin, Tokyay, Oğuz) ağabeylerle kısa zamanda önemli bir hizmet merkezi olur. Bekir Berk’in savunmasını yaptığı 1958 Ankara Davasının ucu Nazilli’ye dayanır. 1960 ihtilalında Bayram Yüksel gibi nurun şehit kahramanını bağrında saklar. Türkiye’nin ilk dershanesi burada açılır. Zübeyir Gündüzalp altı ay kalır. Saatlerce ezberden Risale okuyabilen Teyp Tâhir ağabeyin yardımıyla Hizmet Rehberini derler. Günümüze kadar birçok güzelliği ile Nur tarihi içinde haklı yerini alır. Fakat öyle bir olay vardır ki sonsuza kadar unutulmayacaktır: Dört Mehmetlerin başrolde oynadığı Nur sinemasının hafızalarda yer eden en önemli karesi Hafız Ali ruhunda Mehmet Oğuz…
Her şehir bir şehit ister. Nazilli üzerine düşeni yapar. Terzi Mehmet’i nur hizmetine şehit verir.
Kimisi gömlek biçer kimisi kefen
Ruh modeldir, beden elbisedir. Her ruha ona uygun elbise giydirilir. (Sözler) Her varlık hakiki terzi olan Rabbimizin binlerce mesajını içeren mektubudur. Ruh mazruf, ceset zarftır. (Mektûbat) Risale-i Nur bu çağın ve gelecek çağların ruhuna en uygun elbisedir. Terzi Bediüzzaman’dır. Isparta’da Babacan Mehmet, Emirdağ’da Mustafa ve Halil Çalışkan, Nazilli’de Mehmet Oğuz çıraklarıdır.
Terzi ipliği iğneden, sözü kalbten geçiren insandır. Terzinin iğnesi, âlimin kalemi vardır. Kalem kâğıda, iğne kumaşa şekil verir. İğne ve kalem kardeştir. Kalemi iğne gibi kullanan kalleştir.
İdris Peygamberin çift kanatlıdır. Manevi olduğu gibi maddi cihatta da vardır. Bir elinde iğne, diğerinde kalem vardır. Kalemle ilk defa o yazmış, âlimlerin piri olmuştur. Terzilik mesleğini insanlara öğretmiş, terzilerin piri olmuştur. Ok ve yay kullanır. Yüz seksen kadar şehir kurar. Isparta, Afyon ve Nazilli’de şehir kurmuş mudur bilinmez ama Babacan Mehmet, Halil Çalışkan, Mehmet Oğuz gibi kalem, kelam ve kemal ehli terzi nur talebelerinin yaşadıkları şehirleri ona layık nurlu bir şehir yapmak için büyük gayret gösterdikleri bir gerçektir.
Son yıllarda hazır elbise sanayi geliştiği için ısmarlama elbise diken terziliğe ilgi azaldı. İnsanlar kalem yerine kılıçla biçimlendirilmeye çalışıldığı için söz terziliği ilgi görmüyor. Söz işçilerinin yerini söz tüccarları aldığı için kalemle Risale yazmaya da ilgi kalmadı.
Şehit Terzi Mehmet Oğuz
1930 yılında Nazilli’de doğar. Mütevazı, sessiz, sakin, kimsenin tavuğuna kış, kazına yaz demeyen, kendi halinde biridir. Ruhu ulvi bir davaya şehit verilecek şekilde biçilmiştir. Bir yüzünde Bedir, bir yüzünde Uhud, her yerinde cüz cüz hüzün görünür. Uhud’dan kalma bir resim gibi gezer sokaklarda. “Buraların yabancısıyım. Gitmeye geldim, fazla kalacak değilim” der gibi kırgınca geçer kalblerden.
Dünyası Nur Risaleleridir. Tepeden tırnağa nura bürünmüş melektir. Eli işte, kalbi oynaştadır. Oyunu da, oynaşı da Risale’dir. Bir dakikasını bile boş geçirmez. Biri ziyaretine gelse kendi çalışır, ona ders yaptırır. Camiye ezandan önce geldiyse vakti değerlendirir, avluda yürüyerek Risale okur.
Terzi model kullanır. Terzi Mehmet şehid ve şakird modelidir. Terzisi Bediüzzaman, kumaşı Uhud’dandır. Bediüzzaman’ın çıraklığını yapar. Risale okuya okuya elbise diker. Diktiği elbiseleri dükkânında teşhir ederken yanlarına Üstadının diktiği Risaleleri de koyar. Değil mi ki hepimize en çok yakışan elbisedir Risale.
Tek silahı iğne ve kalemdir. İğne ile kumaş, kalem ile insan örer. Ne var ki iğnesi de, kalemi de kırılır. Karakolda işkenceyle şehit edilir.
Fotoğrafına bakıp bakıp dalıyorum. Fotoğrafına bakmaya kıyamadığım, kırılır diye korktuğum bu fotoğrafın sahibini kırdılar. Kalbi dahi kırılmayacak kadar narin bu insanın başını duvarlara vurarak, dişlerini yumruklayarak kırdılar.
Bekir Berk’in şimşekten sesi
1958’de Nazilli’de dershane basılır. Gazeteler aleyhte yazılar yazar. O günlerde Üstaddan Ankara Nur talebelerine Risale-i Nur’un mâhiyetini anlatan bir mektup gelir. Şimdi tam zamanı, deyip mektubu bastırırlar. Altına “Tâhirî, Sungur, Bayram, Zübeyr, Ceylan, Rüşdü” isimlerini yazarlar. Emniyetin haber alması üzerine imza sahipleri ile birlikte bazı nur talebeleri tutuklanır. O güne kadar Risaleleri tanımayan Bekir Berk’e avukatlık teklif edilir. Bekir Bey kabul eder. Risale ister. Sabaha kadar okur. Ertesi gün yaptığı muhteşem savunma ile Nur talebeleri beraat eder.
Üstadın kerameti
1960 ihtilalından kısa süre önce dört Mehmetler tutuklanarak Nazilli Cezaevine konulur. Nazilli Mahkemesinde idamla yargılama başlar. O günlerde Üstadlarından tebrik, tesellî ve teşvik içeren bir mektup gelir: Kardeşlerim! Korkmayınız ve üzülmeyiniz. Aydın Ağır Ceza Mahkemesi sizin dâvânızı beraatle nihayetlendirecektir…
Şaşırırlar. Dava Nazilli’de görülmesine ve idamla yargılanmalarına rağmen Üstad beraat edeceklerini, kararı Aydın’ın vereceğini söylemektedir. Aradan bir hafta bile geçmeden Aydın Cezaevine nakledilirler. Kelle koltukta, kefen boyunda yaşanan günlerdir. Korku kol gezmektedir. Herkes gölgesinden bile çekinmektedir. Hukuk ayaklar altındadır. Avukat aranır fakat korkudan kimse kabul etmez. Kabul edenleri de Mehmet Büker beğenmez. “Bizim avukatımızın seccadesi çantasında, kellesi koltuğunda, para için çalışmayan birisi olmalı” der.
Nurlar’ın yılmaz savunucusu Bekir Berk böyle bir dava için biçilmiş kaftandır. Yanında seccade ile birlikte kefen de taşımaktadır. Durum kendisine anlatılır. Tereddütsüz kabul eder. Kaç lira istediği sorulur. Nur’un şimşeği parlar. “Bu ağabeyler bu hizmet için kaç para aldılarsa, bana onu verin yeter” deyip davayı karşılıksız alır.
İdamla yargılanan Nur talebeleri Bekir Berk’in muhteşem savunmasıyla 17 Ekim 1960 tarihinde beraat ederler. Yedi ay yirmi gün süren hapis hayatı sona erer. Kitaplar iade edilecektir. Üstadın kerameti tescillenir.
Hasan’san Yezidlere hazırlan
Mehmet Oğuz, Nazilli’ye döner. Sevinç içindedir. Dünyalara değişemediği, hayatını adadığı Risalelerine kavuşacaktır. Teslim almak için gün sayar. 7 Ocak 1961 tarihinde kitapların geldiği bildirilir. Savcılığa koşar. Kitapları çuvala koyar. Sırtına alır. Sanki dünyayı sırtına almıştır. Dünya sırtında eğik durmaktadır. Sanki dünya Mehmet’in sırtında dönmektedir. Mehmet çekilse, dünya kendinden geçecek, ruhu çekilecek, kıyamet gelecektir.
Herkesin bir kıyameti vardır. Hasan’san Yezidlere, Mehmet’sen Komiser Şükrülere hazırlan. Mehmet hizmette hep en önde, her daim hazır kıtadır. Gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemez. Çıkarken Komiser Şükrü ile karşılaşır. Şükrü’ye bakan Rusya’ya, Mehmet’e bakan Barla’ya gitmiş kadar olur.
Kış kışlığını, Rus Rusluğunu yapacaktır. Şükrü kinden kudurmaktadır. Nasıl olur da Mehmet gibi bir mürteci (!) serbest bırakılır… Kendine engel olamaz. Ne o Mehmed?, diye seslenir.
“Kitaplarımız beraat etti. Savcılık iade etti, götürüyorum.”
“Getir o kitapları, yeniden takibat var.”
“Ben götüreyim, sen gel al.”…
Bu ulvi davaya bir baş feda etmeden olmaz
Mehmet, tartışmanın ardından Adliye’den ayrılır. Dükkâna varır. Risalelerin iki-üç tanesini vitrine yerleştirir, diğerlerini eve gönderir. Az sonra dükkân sahibi Ekrem gelir. Ekrem, Nur’lara muhalif biridir. Öfkelenir. Derhal kitapları kaldırmasını ister. Mehmet kabul etmez. İkna edemeyeceğini anlayınca taktik değiştirir. Yumuşak bir ifadeyle “Bu kitapları buradan kaldırman şartıyla bir yıl boyunca dükkân kirası almayacağım” der. Mehmet bunu da kabul etmez. Ucunda ölüm de olsa o Nur’lar orada kalacaktır.
Akşam olur. Orucunu açar. Aklı Komiserdedir. Durumu istişare etmek için yatsı namazında Koca Cami’de Mehmet Büker ile buluşurlar. “Beni karakola çağırdılar, gideceğim” der. 1960 ihtilalının en hızlı günleridir. Büker güngörmüş, ufuk sahibi biridir. Böyle zamanlarda neler yaşanabileceğini bilir. “Mübarek, sabah olsun hayr olsun, bu gece vakti gitme…” diye yarım saat dil döker. Fakat nafile. Kader hükmünü vermiştir bir kere. Oğuz “bunlar adam mı yiyecek canım…” deyip gitmekte ısrar eder. Söz uzadıkça uzar. Bir türlü ikna olmaz. Yetmez, bir de elini masaya vurur, kaderin hükmünü ifşa eder: Abi! Abi! Bu ulvi davaya bir baş feda etmeden olmaz…
Büker’in yanından ayrılır. Karakola gider.
Büker’in kalp gözü gibi akıl gözü de açıktır. Bu işin Mehmet Oğuz’la sınırlı kalmayacağını, kendine de dokunacağını hisseder. Evi terk eder. Ayakkabıcı Yusuf’a gider. Bir süre sonra gecenin karanlığında birkaç kilometre yürüyerek şehir dışındaki çevre yoluna çıkar. Dört araç değiştirip Balıkesir’e ulaşır. Düşündüğü gibi olur. O gece Büker’in evi 3 kez basılır. Arama yapılır.
Şehadete yolculuk
Büker Balıkesir’e giderken, Terzi Mehmet şehadete gitmektedir. Aynı gece iki çocuk kavga eder. Birisi bıçak çeker. Gece bekçisi görür. Bıçağı çeken kaçar fakat diğerini yakalar. Karakola getirir. Bu çocuk Mehmet’e yapılan işkencelere şahit olur. Mehmet’e “Kara kitaplar nerede?” diye sorarlar. “Bir hacıya verdim” der. Hangi hacı?, derler. “Bilmiyorum, bir hacıya sattım” diye cevaplar. İstedikleri cevabı alamayınca kafasına, koluna, karnına… coplarla, yumruklarla, tekmelerle, insafsızca vururlar. Başını betona vura vura yaralarlar. Dişlerini kırarlar. Netice alamayacaklarını anlayınca Komiser, iki polisi Mehmet’i evine götürmeleri için görevlendirir. Polislerin kollarında sürüklenircesine karakoldan çıkarılan Mehmet yolda fenalaşır; yığılıp kalır. Polisler vefat ettiğini zannederler. Korkarlar. Sokak ortasında bırakıp kaçarlar. Bu arada küçük bir kalabalık toplanmıştır. Mehmet’in ağabeyi de oradadır. Kardeşini baygın halde görünce şok olur. Soluk soluğa hastaneye götürür. Fakat artık çok geçtir. Bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz. Beyin kanamasından vefat eder. 31 yaşındaki Mehmet, şehit Kardeşi Hafız Ali, şehid Üstadı ve şehid Peygamberi Hz. Mustafa’ya (asv) hicret eder.
Hey yağmur senin kalbin hiç bu kadar yandı mı?
Nazilli yıkılır. Nur talebeleri yıkılır. En çok da Mehmet Büker, Mustafa Öztürk, Teyp Tayyar… Mevtayı alırlar. Yüzündeki örtüyü açarlar. Terzi Mehmet şehit makamında gülümsemektedir. Bulutlar çözülmüş cisil cisil “Mehmet Oğuz” diye inlemektedir. Melekler “aramıza hoş geldin” diyerek nur yüzünü öpmektedir.
Tabut omuzlanır. Çuval çuval Risale taşıyan o vücut öyle ağırdır ki…
Melekler “Mehmet şehit oldu, yükü tuttu gidiyor, haberin var mı dünya? Bu yükü kim taşıyabilir ey koca dünya?…” diye haykırmaktadır.
Büyük Camiye getirirler. İhtimal ki Nazilli, Nazilli olalı böyle kutlu mevta görmemiştir. Önde yağmur melekleri, arkada melek yüzlü Nur talebeleri saf tutar. Ne kalabalık bir cenaze bu, aman ya Rabbi, aman ya Rabbi…
Namaz biter. Şehitliğine şehadet edilir. Tekrar omuzlara alınır. Eğriboyun Kabristanına varılır. Kutlu bir hazine gibi toprağa bırakılır. Eğriboyun Kabristanının keyfine diyecek yoktur. “Benim neyim eksik Isparta ve Denizli kabristanından? Onların Şehit Asım’ı, Hafız Ali’si varsa benim de Terzi Mehmet’im var. Bu şeref de bana yeter” demektedir.
Yağmur toprağa bakıp bakıp ağlamaktadır…
Hey yağmur senin hiç kalbin bu kadar yandı mı?
Asım ve Hafız Ali’den sonra hiç bu kadar ağladın mı?
Terzi Mehmet’in kabrinde terzi kuşları
Terzi Kuşu yaşadığı ağacın büyükçe bir yaprağın kenarlarını ot lifleriyle dikerek yuva yapar. Kabristan bekçisi Terzi Mehmet’i tanımamaktadır. Defnedildiği günün akşamı garip bir olaya şahit olur. Kabrin üzerinde daha önce hiç görmediği yeşil ve beyaz renkli binlerce kuş dakikalarca dönüp durmuştur…
Cennette ruhlar kuşların kanatlarında gezer. Uhud şehitlerinin ruhları yeşil kuşların içine yerleşmiştir. Cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar. Kim bilir belki de Terzi Mehmet’in mezarında dönüp duran o kuşlar terzi kuşlarıdır da Mehmet’e cennet elbiseleri dikmişlerdir. Cennete götürmeye gelmiştir.
Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. O nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir (Mektubat). Terzi Mehmet’e sorulsa “Az bir şeyle cenneti kazandım. Terzi kuşlarının diktiği elbiselerle cennette terzilerin piri İdris Peygamberin, Hz. Mustafa’nın (sav), Üstadımın ve şehit nur talebelerinin yanında yaşarım” diyecektir.
Şehidimizin kanı yerde kalmasın
O gün bu gündür terzi kuşları Terzi Mehmet’in selamını dünyanın dört bir yanındaki nur talebelerine, maznunlara, mazlumlara, hizmet şehitlerine götürür: Kanımı yerde bırakmayın, Risale-i Nur’ları herkese anlatın…
Bu selamı en iyi alan Mustafa Öztürk olmuştur. O Nazilli’nin ilk nur talebesidir. Hayırsever biridir. Üstadın Ankara’daki evinin kirasını öder. Muzaffer Arslan’a ve diğer nur talebelerine yardım eder ama kimseye söylenmemesini ister. Hz. Hamza’nın şehadetiyle Hz. Mustafa’nın (asv) sarsıldığı gibi Terzi Mehmed’in şehadeti ile de Hacı Mustafa sarsılır. “Şehidimizin kanı yerde kalmasın” diyerek avukat aramaya başlar. O günün parasıyla on bin lira gibi fahiş bir rakam teklif ettiği halde korkudan kimse davayı alamaz. Sonunda Ahmet Feyzi aracılığı ile Av. Bekir Berk’e ulaşılır. Bekir Berk çok yoğun ve yorgundur ama iş nur davası olunca asla reddetmez. Bir şehidi bir şimşek savunacaktır…
Nazilli denilince ilk önce şehit Mehmet Oğuz gelir akla. Büyük şehit Hafız Ali Üstada Denizli’yi sevdirmiştir. Küçük Şehit Mehmet Oğuz da bize Nazilli’yi sevdiriyor. Ruhlarına el-fatiha
Mustafa Oral
Benzer konuda makaleler:
- Bu dâvânın yükü ağırdır, ancak şehitler kaldırır
- Şehit Nurcu: Mehmet Oğuz
- Nurun kahraman şehidi: Mehmet Oğuz (1929 – 7 Ocak 1961)
- Said Nursî’nin yol arkadaşları kimlerdi?
- Hatıralarla Bediüzzaman
- Bediüzzaman Kastamonu’da yad edildi
- Gültekin Sarıgül ve Bediüzzaman
- Teyp Tahir Ağabey Vefat Etti
- Adilcevaz’lı Bekir Ağa
- Esat Sezai Cemiloğlu ve Bediüzzaman
“Asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur’ların medyadaki katıksız dili olmaya özen gösteren Yeni Asya, sağduyulu çizgisinden ödün vermeden ‘doğrunun yanında haklının sesi’ olarak milletimizin gönlünde taht kurmuş bir misyon gazetesidir.”
İlk yorum yapan olun