Kur’ân fıtrata hitap ediyor

Mekke devrinin ilk yılları…Müslümanların sayısı parmakla sayılacak kadar da az…

Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’i yüksek sesle okuyordu. Her sınıftan Mekkeli insanlar da, akşamları onun Kur’ân okuyuşunu dinlemek için düzenli olarak evinin önünde toplanırlardı.

 

Resul-i Ekrem (asm), insanları uyarmak için, Kur’ân-ı Kerim’i okuyup Allah’a dâvet ettikçe, Mekke’nin azılı müşrikleri kıskançlıklarından alaya alırlar, Peygamberimize (asm) ve okuduklarına karşı kalblerinin kapalı, kulaklarının tıkalı ve aralarında bir perde olduğunu söylerlerdi.1

Müşrikler, Resul-i Ekrem’in (asm) Kur’ân-ı Kerim okuduğunu gördükleri zaman, yaygara koparırlardı. Bu husus da Kur’ân’da şöyle haber verilmektedir:

“Bir de kâfirler dediler ki: ‘Şu Kur’ân okunduğunda ona kulak vermediğiniz gibi, ona karşı yaygara koparıp onun, başkaları tarafından anlaşılmasını da engelleyin. Ancak böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırmayı umabilirsiniz.”2

Müşriklerin ileri gelenleri, başkalarını Kur’ân’ı dinlemekten sakındırdıkları halde, kendileri gidip bir köşede dinlerlerdi. Fakat ondan faydalanmayı değil, şeytanlıklar düşünürlerdi.

Bir gün Mekke’nin ileri gelenlerinden üç kişi, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şerik birbirinden habersiz teker teker ve gizlice Peygamberimizin (asm) evinde geceleyin namaz kılarken okuduğu Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek için gittiler. Her biri bir köşeye saklandı.

Hiçbirisi de arkadaşlarının orada olduğunu bilmiyorlardı. Bunlar Peygamberimizi (asm) dinleyerek sabahladılar. Tanyeri ağarınca başkası görmesin diye hemen yerlerinden ayrıldılar. Yolda beklemedikleri bir anda birbirleriyle karşılaşıverdiler. Karşılaştıklarında, “Halka Muhammed’in yanına gelmesini yasaklamamız hiç uygun değil, çünkü biz de onun akşam ‘şarkılarına (!)’ sık sık geliyoruz. Sizin bu yaptığınızı, yarım akıllılardan bazıları görecek olurlarsa, ne yapmazlar!” diyerek birbirlerini kınadılar.

Sonra, bundan böyle oraya bir daha gitmeyeceklerine dair birbirlerine söz verdiler. Ertesi gece yine her biri, gecenin karanlığına sığınarak gizlice oraya gelmişti. Dönüşte tekrar karşılaştılar ve yine bir daha buraya gelmemek üzere sözleştiler. Böylece, verdikleri sözü unutarak, üç gece üst üste birbirleriyle karşılaştılar! Orada birbirlerine:

“Bir daha böyle bir gece geçirmeyi tekrarlamamaya yemin edelim!” dediler. Bu konuda sözleştiler ve oradan ayrıldılar.

Akılları kabile taassubu namına kabul etmese de ruhları, vicdanları oradan ayrılamıyordu. Çünkü vicdanları “ebed, ebed!” diyordu. Her fırsatta Kur’ân’ı dinlemek için koşuyorlardı. Ahnes b. Şerik, sabaha çıkınca sopasını eline aldı. Ebû Süfyân’ın evinin yolunu tuttu. Gidip içeri daldı ve:

“Ey Hanzala’nın babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki kanaatini, görüşünü bana bildir?” dedi.

Ebu Süfyan:

“Ey Salebe’nin babası! Vallahi, işittiğim şeylerden bazısını anladım ve onunla ne denilmek istediğini de kavradım. İşittiğim şeylerden bazısının ise, ne mânâsını anlayabildim, ne de onunla anlatılmak istenileni!” dedi. Ahnes:

“Ben de seninki gibi” diyerek Ebu Süfyan’ın yanından ayrılıp Ebu Cehil’in evine gitti. Ona:

“Ey Hakem’in babası! Muhammed’den dinlemiş olduğun şey hakkındaki senin kanaatin ve görüşün nedir?” diye sordu. Ebu Cehil:

“Ne dinlemişim? Biz ve Haşimiler, şeref ve şan hususunda şimdiye kadar yarışıp durduk: Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar, arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de! Onlar halka ihsanda bulundular, biz de! Onlarla binekler üzerinde at başı beraber oluncaya kadar, at yarıştırırcasına yarıştık durduk! Şimdi ise, onlar, ‘Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var!’ dediler. Biz bunun dengini nereden bulur, onlara yetişebiliriz? Vallahi! Biz, hiçbir zaman ona inanamayız ve onu tasdik etmeyiz!” dedi. Bunun üzerine Ahnes, Ebu Cehil’in yanından kalkıp evine gitti.3

İçlerindeki “doğru”ları bastırmaya ve susturmaya çalıştılar. Onlar nefis ve şeytanlarına uymuşlardı. Kabile asabiyetinden bir türlü kurtulamıyorlardı.

İnsanların fıtratına yerleştirilen iman duygusunu ne yaparsanız yapın söküp atamazsınız! Bu durum imanın ne kadar fıtrî olduğunu göstermektedir. Küfür ise fıtrata hiç uymuyor. Çünkü, “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” 4

Dipnotlar:

1- Fussılet Sûresi, 5.

2- Fussılet Sûresi, 26.

3- İbn İshak, Sire, 1: 337-338.

4- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 502.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*