Kur´ân, kitap ve biz

Biz kitabı Kur’ân’la tanıdık. Kur’ân sayesinde kitabı sevmeyi ve hürmet etmeyi öğrendik. Fakat bu Kur’ân kurslarında hocaların, cami köşelerinde imamların müşfik maharetleriyle veya aile büyüklerimizin himmetleriyle, gayretleriyle değil çocuksu bir merakla başladı.

İçinde doğup büyüdüğümüz iptidai köy evlerinde kâğıttan mamul hiçbir şey yoktu. Hepsini her hâliyle bilip kullandığımız mahdut ve mütevazi eşyalarımızın arasında bir şey çok dikkatimizi çekerdi.

Evin kıble tarafındaki duvarda çantayı andıran işlemeli bez bir kılıf içinde asılı duran ve aile büyüklerinin bile pek dokunmadıkları bu şeyi çok merak ederdik ama boyumuz oraya erişmediğinden açıp bakamazdık.

Onun bulunduğu oda, evimizin en sakin ve âsûde yeriydi. Günün muayyen vakitlerinde ailece o odada oturup sohbet ederek yemek yediğimizden, yegâne müşterek ve müsterih zamanlarımız orada geçerdi.

Ayrıca köy içinden veya dışardan gelen misafirler de o odada ağırlanırdı. Orada topluca yemekler yenir, cemaatle namazlar kılınır, sohbetler edilir ve misafirlerin yatıp istirahat etmeleri sağlanırdı.

Fakat hâne sakinleri mecbur kalmadıkça o odada yatmazlardı. Ayrıca köy hayatının zarurî hallerinden olan ve laubalilik, kızgınlık, öfke, hiddet, şiddet gibi nâhoş hadiseler ve yatmak, ayaklarını uzatıp oturmak, bacak bacak üstüne atmak gibi rehavet halleri de orada pek yaşanmazdı.

Sıkıntının tahammül hududunu aştığı zamanlarda başka yerlerde birbirine bağırıp çağıran, argo ifadelerle hitap eden, itişip kakışan insanlar o odada öyle hâller yaşamaktan içtinap ederler, öfkelerini yenemedikleri zaman oradan çıkarlar ve ne söyleyeceklerse o­ndan sonra söylerlerdi.

Biz de o­nların bu hassasiyetlerini bildiğimiz için, cezayı mucip suç işlediğimizde sığınma hissiyle hemen o odaya gidip bir şeylerle meşgul olmaya başlardık. Oraya gelinceye kadar peşimizi bırakmayan büyüklerimiz hiddetten köpürseler de orada bir şey söylemezlerdi.

Oraya sığınmamız cezadan muaf tutulmamıza yetmezdi. Büyüklerimiz ya bizi dışarıya çağırırlar, ya kendiliğimizden çıkmamızı beklerlerdi. O zamana kadar hisleri biraz teskin olduğundan o müstesna eşya sayesinde suçu en az ceza ile atlatırdık.

Çocukluk hissinin de tahrikiyle öyle hâller ve hadiseler yaşadıkça daha da artan merakımızı o günlerde, orada verilen bir yemeğin ardından yaşanan dinî vecibe vesilesiyle izale edebilmiştik.

Bir Perşembe akşamı evimize gelen hoca ve birkaç ihtiyar yemeği müteakip bir süre çay içip sohbet ettikten sonra hoca yerinden kalkmış, duvara yaklaşıp o işlemeli mahfazayı asılı olduğu yerden almıştı.

Biz o­nun içinden ne çıkacağını merak etmenin heyecanıyla bakarken o müeddep hâl ve hareketlerle gelmiş, gaz lambasının önüne oturup itina ile açmış ve içinden çıkardığı kitabı tazimle okumaya başlamıştı.

O anda orada bulunan herkesin hâli, tavrı değişmişti. Az önce neşe içinde konuşan, şakalaşan, günlük işlerin işleyişinden, köy ve memleket meselelerinden söz eden insanlar başlarını önlerine eğip sessizleşmişlerdi.

Hocanın hâli mütevazi, yüzü mütebessimdi. Sesinin güzelliğine okuyuşunun mükemmelliği de eklenince diğer misafirler ve aile büyüklerimizle birlikte biz de huşu içinde dinlemeye başlamıştık.

Okunanlardan pek bir şey anlamasak da hocanın makamlı okuyuşundan ve o­na içli mırıltılarla eşlik eden ihtiyarların âhenkli sallanışlarından zevk aldığımız için bu hâlin hep böyle devam etmesini istemiştik.

Gerçi bu istekte, ikram edilen demli çaylardan ve renkli şerbetlerden bize de verilmesinin payı yok değildi. Lâkin o leziz ikramlar olmasa da orada yaşanan her hâl bizi cezbetmeye yeterdi.

O gün, Kur’ân olduğunu öğrendiğimiz bu kitabın, daha sonra da aile büyüklerimiz tarafından sık sık okunmasını beklemiştik ama o­nlar değil okumak, zarurî hallerin dışında dokunmaktan bile içtinap etmişlerdi.

“Siz neden okumazsınız?” demiştim bir seferinde babama.

“Okumasını bilmiyoruz ki oğlum” demişti mahzun bir sesle.

“Neden öğrenmediniz?” deyince uzun süre susmuştu.

“Yakın zamana kadar değil Kur’ân okumasını öğrenmek, evde bulundurmak bile yasaktı. Biz o­nu oraya ölümü göze alarak astık” demişti neden sonra.

Yalnız bizim ailede değil, hemen her hânede her zaman yaşanan hâllerdi bunlar. Köyde pek çok insanın söylediği benzer sözlerden, o günlerde evde Kur’ân bulundurmanın bir cesaret işi olduğu ve çok az insanın bu cesareti gösterebildiği anlaşılıyordu.

Nitekim hoca da her seferinde kıraati müteakip muhtemelen âyetlerin mealleri üzerine yaptığı üç beş dakikalık konuşmasını ‘Allah size kitapla hitap ediyor. Her evde behemehal bir Kur’ân bulunmalı. Tâ ki çocuklarınız görsün ve merak edip öğrensin’ diyerek bitiriyordu.

Bu gibi ifadeler karşısında o meş’um günleri hatırlayarak yüreği yanan köylüler okumasını bilmediklerinden yakınırlar, hoca da o­nlara Kur’ân’ı alıp evlerine asarak âdâbına riayet ettikleri takdirde kendisinin arada bir gelip okuyacağını söylerdi.

Çünkü Kur’ân bulunan evlerde herkes o­na hürmeten yaptığı hareketlere, söylediği sözlere dikkat ettiğinden aile içi huzursuzluklar fazla yaşanmaz; hakaretli, küfürlü konuşmalar yapılmaz, ailelere huzur ve mutluluk hakim olurdu.

Ailelerin huzurlu olması demek, köyün de huzurlu olması demekti.

Bunu bildiğinden, büyüklerinden öyle gördüğünden ve o huzuru temin etmek istediğinden olsa gerek, hoca da gerçekten sözünde durur ve arada bir Kur’ân bulunan evlere giderek Yasin, Tebareke gibi sûreler okurdu.

Aslında bütün köylüler evlerinde sık sık böyle maddî, mânevî Kur’ân ziyafetleri vermeyi isterlerdi ama hayatın zorlukları, zaruretleri veya işlerin çokluğu yüzünden her zaman bunu gerçekleştiremezlerdi.

Bu da en çok o uhrevî hazzı özleyen çocukları üzerdi. Biz biraz da bu hasret hissiyle bütün kitapların öyle zevkli okunduğunu zanneder ve bir an önce okuyup yazmayı öğrenmek için okulun açılmasını sabırsızlıkla beklerdik.

Zaman gelmiş, okullar açılmış, biz de gidip okumayı, yazmayı öğrenmiştik. Fakat bizim öğrendiğimiz alfabe Kur’ân’ı okumamıza yetmemiş, o alfabe ile yazılan kitaplar da bize zevk vermemişti.

Yine de yıllarımız kitaplarla iç içe geçmişti. Ama ne biz kitapların içine girebilmiştik, ne de kitaplar bizim. Çoğunu hevesle alıp merakla okumaya başlamışsak da bitiremeden bırakmıştık.

Bir daha da bir kitabın etrafında toplanamamıştık.

***

Yıllar sonra yeniden tanıştık kitapla.

Hem de ilk tanıdığımız gibi ve sevdiğimiz şekilde.

Bu sefer biz dâvet edilmiştik. Günlük işlerin yeknesaklaştığı, eğlence adı altında yaptığımız hareketlerin zevkten ziyade eziyet verdiği ve hayatın iyice monotonlaşıp sıkıcı bir hâl aldığı günlerden birinde vuku bulan dâvet başlangıçta pek cazip gelmemişti.

Makul bir katılmama bahanesi bulmak için dâvetin mahiyetini sorduğumuzda kitap okuyup sohbet etmek cevabını alınca, hafızamızın sisleri arasında silinmeye yüz tutan kitapla ilk tanışma hatıraları canlanmıştı zihnimizde. O hazzı ve heyecanı bir sefer daha yaşamak hevesiyle dâvete icabet etmiştik.

Zarurî ve sade eşyalarla döşenmiş bir evde toplanan beş o­n kişi, elde olanların konduğu sofradan nasibimizi alırken tanışmıştık. Kendi aramızda hal-hatır sohbetine başlayacağımız sırada biri hareketlenmişti.

Biz ne yapacağını merak ederken o yerinden kalkmış kürsüyü andıran büyükçe sehpanın başına geçmiş, üzerine dizilen kitaplardan birini almış ve besmele çekerek okuduğu âyetlerin ardından önceden kararlaştırdığı anlaşılan yeri açarak okumaya başlamıştı.

Tıpkı o köy imamı gibi o­nun da hâli mütevazi, yüzü mütebessimdi. Tok bir ses tonu ile tane tane okuyor, telâffuz ettiği Kur’ân hakikatlerinin mânâsına münasip hareketlerle kısa izahlarda bulunup yeni bir cümleye veya paragrafa geçiyordu.

Kitap uğruna çekilen sıkıntıları anlatan bir bahisti okuduğu yer. O kitapları yazanlar kadar taşıyanların ve okuyanların da maruz kaldıkları muameleleri anlatırken aynı tehlikenin o anda da varit olduğunu ima eden ifadeler kullanıyordu.

Bu hâl, oradaki insanları korkutacağı yerde cesaretlendiriyor olmalı ki, kimsede en ufak bir tereddüt ve tedirginlik emaresi yoktu. Herkes, o anda öyle bir baskın hadisesi vuku bulsa daha öncekilerin yaptıklarını yapma kararlılığı içindeydi.

O solgun hatıradan farklı olarak bu sefer herkes okumasını biliyor, okunanların mânâsını anlıyor, yeri geldiğinde sohbete iştirak ediyordu ama kimse okunan mevzuun dışına çıkmıyordu.

Sohbet havasından ziyade ders ciddiyeti içinde kırk beş dakika kadar kitap okuyan kişi, bahsi bitirip sözü bir başkasına bıraktı. O da Kur’ân-ı Kerim’den bir aşr-i şerif tilâvetiyle dersi bitirdi.

Asıl sohbet faslı da o­ndan sonra başladı.

Samîmî bir hava içinde geçen sohbet sırasında, okunan kitabın Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği ve Çağın Tefsiri olma vasfıyla müştehir Risâle-i Nur Külliyatından bir eser olduğunu öğrendik.

Bunları anlatan arkadaş, o kitapların her evde bulunması gerektiğini söyleyince, içimizden biri bu kanaate katıldığını ama dili ağır olduğundan evlerde bulunmasının pek bir mânâ ifade etmeyeceğini söyledi.

“Siz alın, biz ara sıra size geliriz ve birlikte okuruz. Bir süre sonra da kendiniz okuyup anlayacak seviyeye gelirsiniz” dedi o da.

Çocukluk yıllarından beri ruhumuzun âşina olduğu ve hasret kaldığı bu teklif hepimize makul geldiğinden o gece birer Risâle alarak döndük eve. Gelir gelmez de merakla okumaya başladık.

Bize o teklifi yapan arkadaşlar sözlerinde durdular.

Şimdi arada bir o­nlar bize geliyorlar, bazı günler de biz o­nlara gidiyoruz. Aramıza yeni arkadaşlar da alıyoruz ve Risâle-i Nur’dan çeşitli bahisler okuyarak hep birlikte imanımızı takviye edip itikadımızı sağlamlaştırıyoruz.

Bu sayede memleketin her yerinde ve dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi bizim evlerimizde de, Besmele ile başlayıp Aşr-i Şerifle biten kitabî sohbetler haftanın muayyen günlerinde muntazaman devam ediyor.

Artık bir kitap etrafında toplanma hasreti bitti.

Zira her gün, Kur’ân’ın etrafında toplanıp tefsirini okuyarak mânâsını öğrenmenin hazzını hissediyor, huzurunu yaşıyoruz.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*