Ey zaafıyla beraber mağrur ve işlemediği şeyle müftehir bîçare Said! Senin fahir ve gurura hiç hakkın yok. Çünkü, senin nefsinde, kusur ve şerden başka yoktur. Eğer hayır olsa, o hayır da, cüz-ü ihtiyarın gibi cüz’îdir. Lâkin, deme ki “Şerrim de cüz’îdir.” Hayır, sen, o cüz-ü ihtiyarınla bir şerr-i küllîyi işleyebilirsin. Çünkü, sen, işlediğin bir kusurla, senin maksuduna müteveccih olan sair esbabın semerat-ı sa’ylerini hükümden iskat ederek bir hasaret-i külliyeye sebep ve bir hacalet-i dâimîye müstehak olursun. Hakikat böyle iken, şeytanın bir cihette şakirdi olan nefsin, kaziyenin aksine olarak hayrı küllî, şerri cüz’î tasavvur eder; firavunlaşırsın. Bilir misin, misâlin neye benzer?
Mağrur ahmak bir adam, bir gemiyle ticaret eden bir cemaate şerik olur. O cemaatin her biri bir kısım sermaye verip, gemide bir vazifeyi deruhte eder. Herkes kendi vazifesini ifa eder. Yalnız o mağrur, hareket-i sefineye medar olan vazifesini terk ederek, geminin garkına sebebiyet verir. O cemaatin hepsi bin lira zarar ederler. Ona denildi: “Hak olan odur ki, bütün hasareti sen çekeceksin. Çünkü, bizim sa’yimizi de heba ettin.”
O dedi: “Yok kabul etmem. Belki bu hasaret taksim edilerek hissem miktarınca çekebilirim.”
Sonra, ikinci seferde, o dahi onlar gibi vazifesini ifa etti. Bin lira kâr ettiler. Dediler ki: “Hasaret vazifeye bakar. Kâr, re’sülmâle bakar. Öyleyse, re’sülmâl nispetinde taksim edelim.”
O mağrur dedi ki: “Yok, belki bütün kâr benimdir. Çünkü, çendan evvelce ‘Hasaret sana racidir’ demiştiniz. Ben kabul etmemiştim. Öyleyse, bütün kâr da bana olmalı.”
O vakit ona denildi: “Ey cahil nâdan! Birşeyin vücudu, bütün ecza ve şeraitinin vücuduna tevakkuf eder. Öyleyse vücudun semeresi, bütün esbab-ı vücuda verilir. Kâr ise, vücudun semeresidir. Hasaret ise, ademin semeresidir. Hâlbuki, birşeyin ademi, bir cüz-ü vahidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla oluyor. Öyleyse, ademin semeresi, in’idamın sebebine verilecektir.”
Elhasıl: Yâ Said—aslahakellah—senin, fahre ve gurura hakkın yoktur. Çünkü:
Evvelen: Şer, senden; hayır ise, gayrıdandır.
Saniyen: Şerrin küllî, hayrın cüz’îdir.
Salisen: Sen, amel-i hayrın ücretini, amelden evvel almışsın. Belki bütün hasenatın, seni insan-ı müslim yapan Mün’imin in’âmına karşı, aşr-ı mi’şâr-ı aşrına da, yani onda birin onda birinin onda birine de mukabil gelmez. Öyleyse, daha gururun nedendir? Fahrın ne içindir? İşte bu sırdandır ki, Cennete girmek mahz-ı fazldır. O dehşetli Cehennem, ceza-yı amel ve ayn-ı adldir. Çünkü, beşer bir şerr-i cüz’îyle, bir cinayet-i külliye-i daimeyi işleyebilir.
Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniyledir. Tevfik O’nundur. Minnet O’nadır. Senin hakkın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fahir, irae, yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gururlu oldun.
Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki, Allah’ın malını ve ef’alini, esbaba ve tağutlara taksim ediyorsun.
Hem, şu cehildendir ki, nefsinle sana âidiyeti olan seyyiatı kadere vererek mes’uliyetten kaçıyorsun.
Hem, nass ile sabit olan Fâtır’ın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun—tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’ân ile edeplen. Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” (Nisâ Sûresi, 4:79.)
Malına sahip ol; başkasının malını gasbetme. Hem Kur’ân-ı Kerîm diyor ki: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezâlandırılır.” (En’âm Sûresi, 6:160.)
Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde, birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden, muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adavet-i müsi’den, musi’in akaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’âniyeyle edeplen. Kur’ân’ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle tedip olunacağı muhakkaktır.
Nurun İlk Kapısı, Altıncı Ders, s. 89.
Benzer konuda makaleler:
- Altıncı Söz’de kader izleri
- Cenab-ı Hakkı bulan bir kalp, her şeyi bulur
- Burdurlu Nur Talebeleri, ‘Sadakte Üstadım’ dediler
- Cüz’i iradenin veriliş sırrı ve hikmeti – 2
- Vazifen fahr değil, şükürdür
- İktiran gerçeği
- İlk açıktan İslâm’a dâvet denemesi
- Vazifen fahr değil, şükürdür
- Vazifen fahr değil şükürdür
- Avrupa’nın sefâhet ve bâtıl fikirlerini taklide çalışmayınız
Kur’an’ı çağa tefsir ederek, “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, bu dünyadaki vazifem nedir?” sorularına cevaplar sunan, “iman-ı tahkiki”, “ahlâk” ve “istikamet” rehberi Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi.
İlk yorum yapan olun