Kürdî yerine Nursî’yi tercih

Yeniçağ gazetesinin en popüler milliyetçi yazarlarından Sabahattin Önkibar’ın yazılarını, herşeye rağmen okumaya değer buluyorum. Mümkün olduğunca da, günü gününe takip etmeye çalışıyorum.

Dünkü köşe yazısını okurken, bizim açımızdan hayli önemli olan bir hususu sizlerled e paylaşacak derecede dikkat çekici bulduk.
Sayın Önkibar, Hürriyet’in başyazarı Ertuğrul Özkök’e “yakıştıramadım” dediği noktaları sıralarken, Nurcular, Said Nursî ve Yeni Asya ile bağlantılı olarak şu ifadeleri kullanıyor:

“Haksızlık etmek istemiyorum ama, son olanları Özkök’e yakıştıramadım!
“Neleri mi? Umreye gitmesini, Said–i Kürdî ya da Nursî’yi güya yeni keşfediyor görünmek istemesini ve Ahmet Kaya’nın mezarına gidip özür fotoğrafları çektirmesini!
“Umre olayı saygıdeğer; lâkin Özkök için o sefer siyasî; zira, fotoğraflarla ile sabit ki ihrama bile girmedi; yani bir yerlere mesaj adına yapıldı o seyahat…
“…Aynı şekilde, 60 küsur yaşından sonra Said–i Nursî’yi güya keşfetmesi inandırıcı olabilir mi? Nurcuların medyasında verdiği o mesajlar, tüluat değil mi?
“Bakın, ben sağdan biriyim. O camiaları, sembollerini ve ritüellerini iyi bilirim…” (Agg, 29 Haziran 2011)

* * *

Sayın Önkibar. Temas ettiğiniz bizim dışımızdaki hususları es geçiyoruz.
Ancak, Said Nursî ve “Nurcuların medyası”ndan kast ettiğiniz Yeni Asya ile bağlantılı olarak sarf ettiğiniz “yanlış anlaşılmaya müsait” sözleriniz sebebiyle birkaç noktaya nazar–ı dikkatinizi çekmek istiyoruz.

BİR: Yeni keşifler

Said Nursî, birçok yönüyle Türk ve dünya aydınları tarafından cidden keşfedilmeyi bekleyen bir şahsiyet.
Keza, eserleri de öyle. Dünyanın hemen her yerinde, eserleri tercüme edilen Üstad Bediüzzaman’ın fikriyatı ve Nur Külliyatı ile ilgili ilmî araştırmalar yapılıyor, akademik tezler hazırlanıyor.
Dolayısıyla, kim olursa olsun, ileri yaşlarda da olsa Said Nursî’nin bazı özelliklerini keşfetmesini ve bunu takdir hisleriyle ifade etmesini yadırgamamak lâzım.

İKİ: Kürdî’den Nursî’ye geçiş

Sayın Önkibar. Sizin yazınızda öncelikle ve özellikle nazara verdiğiniz “Said–i Kürdî” şeklindeki isim ve ünvan, vaktiyle Bediüzzaman Hazretleri tarafından da kullanmış; fakat, bu imza şekli 1923 yılı başlarından itibaren yine kendileri tarafından kat’î sûrette ve bir daha geri dönülmemek üzere terk edilmiştir. (*)
Dahası, Bediüzzaman, bilâhare kendisi için “Said–i Kürdî” denilmesini istememiş ve hatta mahkemede dahi buna şiddetle itiraz etmiştir.
İşte, Bediüzzaman’ın 1935’teki Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde bu hususla ilgili yapmış olduğu müdafaadan ibretâmiz bir bölüm: “…Adliye memurları, hissiyattan ve tesirat–ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adâlet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. Hem, canilerin, kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet bîtarafane bir mercî isterler. Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adâletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da (ilk sorgulamada) ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve “Bu Kürd’ diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet–i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.” (Tarihçe–i Hayat, s. 201)
Sayın Önkibar. İnançlı, vicdanlı ve insaflı bir meslektaşımız olarak, bundan böyle sizin de bu önemli konuda daha dikkatli davranmanızı bekliyoruz.

ÜÇ: Türklere muhabbetle hizmet

Sayın Önkibar. Sizin de içinde bulunduğunuz camiadan bazı kimseler, Said Nursî’den ısrarla “Said–i Kürdî” diye söz etmenin ötesinde, onu özellikle “Türklere düşman” bir şahsiyet olmakla itham ediyorlar.
Bu, hem haksız, hem çok ağır bir isnattır.
Bakınız, sırf tarif için söylüyorum ki, ben de “Kürt kökenli” bir vatandaşım. Ama, asla Kürtçülüğe meyletmedim. Irkçılık veya bölücülüğe teşne olan fikir ve hareketlerin hiçbirine zerrece olsun itibar etmedim, etmem de. Üstelik, Nursî ve Nur Risâleleri sâyesinde hem Türkçe’yi sevip öğrendim, hem de Türklere olan muhabbetim ziyadeleşti.
Sizi temin ederim ki, aynı durumda olan daha yüzlerce, hatta binlerce dostum, akrabam, arkadaşım veya hemşehrim var.
“Böyle bir şey nası olabilir?” tarzındaki suâlin cevabını da, yine Üstad Bediüzzaman’dan dinleyelim. Hakkındaki iddia ve isnatlara mukabil, aynı mahkemedeki müdafaasında yüksek bir nidâ ile şunları söylüyor:
“Ey efendiler!
“Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek–i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.” (Age, s. 202)
İşte, bu ve benzeri ifadeleri okuyan bizim gibi Müslüman vatandaşların mutlak ekseriyeti şöyle düşünüyor: Samimi ve dürüst olmalı. Madem ki biz hakiki Müslümanız ve bütün benliğimizle Kur’ân’a inanıyoruz. O halde, Kur’ân’a hakkıyla hizmet eden ve bin yıl müddetle kahramanca İslâmın bayraktarlığını yapan Türklere de hürmet ve muhabbetle bakmamız lâzım. Kur’ânî meslek ve meşrebimiz, bunu iktiza ediyor.
Kırk küsûr yıldır “Nurcuların medyası”nda çalışanlar olarak da, kendi aramızda aynı duygu ve düşüncelerle hareket ettiğimizi, bilvesile hatırlatmak isterim.
………………………………………..

(*) Üstad Bediüzzaman’ın imza ve ünvan yerinde “Kürdî”yi terk ile “Nursî”yi kullanmaya başlaması, tam da II. Lozan görüşmelerinin başladığı günlere rastlıyor. O görüşmeler esnasında, ecnebi delegasyon tarafından “Yeni Türkiye’nin siyasî haritasını, Kürtleri Türklerden ayırarak şekillendirme” konusu ısrarla gündemde tutulmaya çalışılıyordu. Hayatı boyunca her türlü ayrımcılığa karşı olan Bediüzzaman, dahilî ve haricî bazı çevrelerce istismar edilmesi kuvvetle muhtemel olan “Kürdî” lâkabını 1923 yılı başlarında terk ile onun yerine “Nursî”yi ikame etmiş ve hayatının sonuna kadar da—imza ve soyadı yerinde—bunu kullanmaya devam etmiştir.

NOT: İlk “Nursî” lâkabı için, 1923 yılı Mart’ında Ankara’daki Ali Şükrü Matbaasında basılan Hubab, Beyannâme ve sair broşürlere bakılabilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*